Cennette bir evlilik? Ülkeler ve azinliklari - 1

Gazetemizin 60. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlediğimiz, “Doğu ve Batı arasında sıkışmış bir kimlik: dünümüz, bugünümüz ve yarınımız” konulu toplantının panelistlerinden Moris Farhi`nin konuşmasını, bu hafta ve önümüzdeki sayıda yayınlıyoruz

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba

Ben Ankara’da gençken, Yenişehir adlı bir semtte yaşıyordum. O günlerde Ankara, benim gibi eskilerin hatırlayacağı üzere yeni yeni gelişmekte olan bir şehirdi ve Yenişehir de adından anlayacağınız gibi Ankara’ya yeni eklenen bir bölgeydi. Şehrimizin ucunda “Bomonti” adlı bir bira fabrikası vardı, yanlış hatırlamıyorsam. Onun ardında ise Çingenelerin yaşadığı bir yer vardı. Çocukluğumun bir kısmını orada, Çingene çocuklarla oynayarak geçirdim. Günümüzde Çingeneler kendilerine “Roman” olarak hitap edilmesini tercih ediyorlar; ancak benim bildiğim ve beni kardeş bilen Çingeneler, bu eski ada bağlılıklarını koruyorlar. Onlar için “Çingene” adı, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin öldürdüklerine bir saygı duruşu gibidir. Hâlâ Çingeneler ayrıma uğruyorlar, birçok Avrupa ülkesinde bildiğiniz gibi, zulüm görüyorlar. Bu sözcük, bu kişiler için bir selam anlamına geliyor.
Çingene arkadaşlarımdan birinin babası benim amcam oldu ve o, her işe yatkındı. Elektrik işlerinden marangozluğa, halı dokumacılığına kadar elinden her şey geliyordu. Barakasının ardında bir hurda yığını vardı ve bana Aladdin’in hazinesini andırırdı. Burada çok farklı malzeme vardı ve o, onlardan bir yedek parça üretebilme yeteneğine sahipti. Dostum ve ben büyülenmişçe saatlerce karşısında oturup, onun yaptığı işleri izlerdik. Kendisi genel olarak, orada oturanların ihtiyaçlarına cevap veriyordu. Bir gün bir telgraf sistemi icat etti, böylece dostum ve ben Mors Kodu’nda, 20 metrelik bir mesafe üzerinden birbirimize mesajlar gönderebilmiştik.
Ona o kadar hayrandım ki, şunu sordum: “Bu sayısız becerileri nereden öğrendiniz?” Üstünde durmadan şunu söyledi: “Benim babam bir Çingene’ydi ve bana at eğitmeyi öğretti. Bir Yahudi elektrik konusunda, Bir Ermeni makinelerle ilgili, Bir Rum marangozluk, bir Azeri dikiş ve dokuma, bir Kürt tuğlacılık, bir Laz ayakkabı tamirciliği, Arnavutluk’tan gelen bir kişi kaynak yapmayı, Sudanlı bir kişi yağmurda dansı ve bir Çinli bana nasıl yaylı enstrümanlar yapılacağını öğretti.” Sonuncusu beni çok şaşırttı. “Türkiye’de Çinliler var mıydı?” Gülümsedi ve dedi ki “Neden olmasın, burada Tanrı’ya şükür diğer bütün halklar var. Benim tanıdığım Çinli Liverpool, diye bir yere doğru gidiyordu. Bilmiyorum neden; ama eminim ki onlara da yaylı çalgılar yapmayı öğretecektir.” Bu yanıtı asla unutmadım. Onun altında yatan mesaj “çoğulculuk” ve “beraber yaşamanın mucizelerinin” bizi sadece zenginleştireceğiydi. Tüm gençliğim boyunca bu aklımdan hiç silinmedi. Bu şekilde farklı ırk, din ve uluslardan gençlerle arkadaşlık kurdum.
İstanbul’a geçtiğimde Robert Kolej’e gittim ve ondan sonra bir erişkin olduğumda da bu öğretiyi, hayatımın en önemli dersi olarak benimsedim. Bugün “çoğulculuk”, azınlıkların refahı ve onların kültürlerinin korunması, benim en önemli inancımdır. Buradaki insanlık, dincileri ve milliyetçileri utandırmaktadır. Bütün bu doktrinler, bazı güçlerin eline geçtiğinde savaşa neden olur, oysa çoğulculuk asla savaşa neden olmaz. Eğer cennete yapılan evlilikler varsa, bunun ilk örneği çoğulculuktur, diye düşünüyorum. Çoğulculuk, bence demokrasinin de ön koşuludur. Daha da önemlisi içinde yaşadığımız parçalanmış dünyada, ki burada inançlar, ırklar, bayraklar, kültürler ve zenginlik oluşan delinmeler çoğulculuğa büyük zarar vermektedir. Refahımıza büyük zarar vermektedir. Çoğulculuk insanlığın sürdürülmesi için, bu durumda son derece önemlidir. Türkiye’de, Avrupa Birliği’nde çoğulculuk önemlidir. Türkiye bu noktada aslında, AB’nin parçası olmalıydı, diye düşünüyorum. Çoğulculuk, bana kalırsa diğer birçok ülkeye göre Türkiye’de daha  kuvvetlidir. Çok kültürlü insanların beraber yaşaması etiği, aslında Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişmişti. Çoğulculuk İslam’ın Altın Çağı’nda ortaya çıkmıştı ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi sınırları altında, birçok millete davranışında çoğulculuğun yansımasını gördük. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ilkelerinden biri haline geldi. Osmanlı İmparatorluğu’nun ve daha sonra Türkiye’nin, nasıl zulüm gören kişilerin kurtarıcıları olduğunu örneklerle açıklamak isterim:
Osmanlı, 14. yüzyılda Bizans İmparatorluğu’nun zulmettiği Romanyotları, 15 ve 16. yüzyılda Beyazıt bildiğiniz gibi Yahudi ve Müslümanları konuk etti. Onlar, engizisyondan kaçıyorlardı. Sonraki yüzyıllarda zaman zaman farklı Avrupa ülkelerinden kaçan Yahudiler Osmanlı İmparatorluğu’na geldi. 17.- 18. yüzyılda Habsburg İmparatorluğu, Sırbistan ve Bulgaristan’ı işgal ettiğinde oradan kaçan Yahudiler ve Müslümanlar bu ülkeye geldi, Ukrayna’dan da geldiler. 19. yüzyılda ise Yunanistan, Romanya, Sırbistan ve Bulgaristan gibi yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerden kaçan Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanları aldılar. Ondan sonra  Orta Asya’da Rusya’dan kaçan insanları konuk etti. Kuzey Afrika, Mısır ve Bosna’dan ki bunlar Fransa, İngiltere ve Avusturya tarafından işgal edilmişti, halklarını konuk etti. Avrupa’nın pek çok kısmından gelen Hıristiyanları da 1815 ve 1848’de liberal baskıların kurulmasından sonra konuk etti. 1881’de Rusya’daki pogromlardan kaçan Ruslar da sığındı. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1912’de Selanik’i Yunanistan’a devretmesinden sonra oradan kaçanları, 1917’de Bolşevik Devrimi’nden sonra Rusya’dan ayrılanları ve Nazi Rejiminden kaçan Yahudileri kabul etti. Bosnalılar, Arnavutlar ve Iraklı Kürtler de 1990’ların çalkantılı günlerinde Türkiye’ye gelebildiler. Sadece I. Dünya Savaşı’nın karanlık günlerinin gölgelediği, çok güzel bir sicil bu.
Hem Türkler hem de azınlıkları bu gidişattan büyük fayda gördüler, beraber yaşadılar. Türkler ve azınlıklar aynı yatağı paylaşarak, sadece birbirlerinin yaşama kültürü ve biçimini zenginleştirmekle kalmadılar, aynı zamanda bu ülke biraz daha fazla bilinseydi, beraber yaşamaları bir umut ışığı olacaktı. Ne yazık ki Avrupa ülkelerinde İslam’a karşı bir önyargı var ve aşırıcılık, güçlülerin yönetimi, sömürgecilik ve dünya hakimiyeti hırsının kutsal politikalar haline geldiği ve Avrupa’nın birçok tarafında hâlâ yüceltildiği bir ortamda bu önyargı da devam ediyor. “Oryantalizm” denir, “Levantenizm” denir, “Balkancılık” denir. Bunlar, Avrupa sömürgeciliğinin ve Avrupalı olmayan kültürleri küçümsemenin bir sonucudur. Aslında bu görüş insanlığın kan kardeşliğini yüceltir. Hayvanlar ve bitkiler gibi çoğuluz, farklıyız ama bu bir yere kadar güzel. Birbirimizin sanat ve kültüründen zevk alabilir ve birbirimizin tapınaklarına gidebiliriz. Çingenelerin size söyleyeceği gibi, “Tanrı tüm tapınaklarda mevcuttur.” Budist tapınaklarından Grek tapınaklarına kadar. Bu ruh hali içinde yaratılışın güzelliklerini kutsayabilir ve pozitivist bir ruh hali içinde bu gizemleri araştırabiliriz.
Son derece farklı bir dünyada yaşadığımızı bilmeliyiz. Çoğulculuğun tersi olan tekilcilik (singularism) hiç bir zaman yaratıcı olamaz. Tekilcilik, hiç değişmeyen klonlar üretmekle kalır. İnsanlık, kurgusal bir zenginlik arkasında aslında yoksullaşır. Tekilcilik bir ölüm fermanıdır. Bunu uygulayan bir ülke, ne başka ülkelerle olumlu ilişkiler kurabilir ne de kendi sınırları içinde özgürlük, eşitlik ve rahatlık sağlayabilir. Tekilciliğin ulaşmaya çalışan, her strateji ve siyasi sistemin elindeki ilk araç dışlayıcılıktır. Onlar bu ideolojinin esnek olmayan, sınırları içine girmeyen her konuyu dışta tutmak isterler. Aslında tekilcilik kendi haklarına güç, onur ve şeref kazandıracağını düşünürler ancak tekçiliğin yandaşları, bizim içimizdeki en kötü yanların ortaya çıkmasına neden olur. Tekçiliğin var olması için kurbanlar oluşturulur, yabancı figürler ortaya çıkarılır. İçimizdeki kötülükleri bu yabancının sırtına atarız. İçimizde etik bir kimlik vardır ve bu etik kimlik içimizde bir kötülük olduğunu kabul etmek istemez. Bundan kurtulmak için de tekilciler, bunu başkasının üstüne yıkarlar.

devamı haftaya...
Çeviri: Renata Katz