Beyinsiz ruh, ruhsuz beyin olamaz

Çocukluktan yetişkinliğe giden bir yol varsa, inişli çıkışlı ve bol dönemeçli ve kavşaklı bir yoldur. Dönemlere göre gözlenen önemli değişiklikler o döneme kadarki kazanımlar (örneğin, konuşmayı öğrenmek) ile dönemin getirdiği beklentiler (başkalarıyla konuşmayı, dinlemeyi öğrenmek) arasındaki uyum ve çelişki ile karakterizedir.

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
21 Eylül 2016 Çarşamba

(Irmak Zileli’nin Remzi Kitap Gazetesi için sorduklarına yanıtlardan düzenlenmiştir.)

 

İlk baskısı 1991’de yapılan ‘Yaşantıların Psikolojisi ve Biyolojisi: Labirent Yolculukları’ kitabınızı 25 yıl sonra güncelleyerek yeniden okurla buluşturdunuz. Bu 25 yıl kitabınıza ne kattı? 

1991 deyince, geçen yüzyıldan kalma bir dönemden söz ediyoruz! Kitaba eklediğim yazılar özellikle nörobilim alanından gelen bilgileri, arada geçen zamandaki değerlendirme farklılıklarını yansıtıyor. Ancak, bilim, toplumsal hayat ve klinik çalışmalar alanında olan değişikliklerin çokluğuna karşın kitabın içeriğinden önemli bir parçayı çıkartmam gerekmedi. Kitabın ana teması da aynı kaldı: Ruhsuz bir beyin ve beyinsiz bir ruh yoktur.

Geçen 25 yıl içerisinde toplumda neler değişti? İnsanların yaşantılarına dair sorularında farklılaşmalar oldu mu?

Toplumda neler değiştiğini, nelerin kaç kere değiştiğini takip edebilmek zor oldu... Ortak kanı, değişim süratinin çok ama çok arttığı… Bunun izlerini sadece internet ya da mobil teknolojilerde aramayalım;  Yıldız Savaşları ya da daha öncesinde Uzay Yolu bu teknolojilerin varlığını duyuruyor, hayal dünyamıza, düşüncelerimize ilham kaynağı oluyordu: Hayaldi gerçek oldu.

Ancak, zihnimiz açısından önemli olan, bir kavramın hayal edilebilirlik ‘menzil’ine girmesi... Çünkü zihnin bir özelliği (ve bazen bizi hasta eden kusuru) gerçeklikten kolayca kopabilmesi; bu özelliği sebebiyle teknoloji, hayatımıza bir gerçeklik olarak girmeden bile düşünce tarzımızı etkilemeye başlıyor. Zihnimizin süratlenmişlik ihtiyacı bu etkilerin yıllar içindeki birikimiyle zaten epey bir artmıştı; sonuç: sabırsızlık, acele, telaş, kaygı. Bir yandan gerçeklikten farklı bir zaman ayarı ile düşünmemiz, bir yandan da o ayarı tutturacak, gerçekleştirecek zihin/beyin işleyiş hızına erişemememiz sebebiyle oluşan bir davranış eğilimi olarak giderek belirginleşmekteydi. ‘Hemen olsun’ arzumuz daha da arttı, bunu yapabilirliğimiz pek değişmedi. Bu bizi daha dağınık, daha gergin, daha telaşlı yapıyor. Hayatın sonluluğunu ve bunun her an olabilirliğini hissettiren olaylar peş peşe ve yoğun olarak geldiğinde ise, yaşamayı sadece keyif alınacak anları yaşamak olarak görmeye başladık. Karamsarlardan, her şeye itiraz eden ya da her şeyden şikâyet edenlerden ve moralimizi bozanlardan uzaklaşmak istedik. Canımızı sıkan durumları yok saymak ve azımsamak, şurada kalmış birkaç günümüzün tadını kaçıran her şeye sırtımızı dönmek mutluluk sırrı oldu.

Son yıllarda yaşamın anlamı daha çok sorgulanır oldu gibi geliyor bana. Hayatın anlamı elimizden kayıp gittiği için mi böyledir bu?

Boşluk ve belirsizlik tahammül edilmesi güç, tekinsizlik hissi doğuran durumlar. Boşluğu doldurmak, belirsizliği gidermek için kesinliklere ihtiyaç duyuyoruz. Kesinliği vaat eden ideoloji ve dogmalar, kuşkudan duyduğumuz tedirginliği, belirsizliğin yarattığı tekinsizliği gidererek bizi rahatlatırlar. Yaşamın anlamını sorgulama çabaları rahatlama amacını güttüğünde, yaşamın anlamını bulmak pek mümkün gözükmüyor. Rahatsız olmaya razı olduğumuz ölçüde anlamla karşılaşma şansımız artar.

Çocuk ve gençlerin yaşadıkları sorunlar, değişim ve dönüşümler, çatışmalar, dönemlere göre farklılık gösteriyor mu?

Çocukluktan yetişkinliğe giden bir yol varsa, inişli çıkışlı ve bol dönemeçli ve kavşaklı bir yoldur. Dönemlere göre gözlenen önemli değişiklikler o döneme kadarki kazanımlar (örneğin, konuşmayı öğrenmek) ile dönemin getirdiği beklentiler (başkalarıyla konuşmayı, dinlemeyi öğrenmek) arasındaki uyum ve çelişki ile karakterizedir. Bireysel düzeydeki bu çelişki ve çatışmalar içinde yaşadığımız toplumsal dönemin ‘huzur ve güven’ ortamındaki değişikliklerden doğrudan etkilenir. Çocuğun kazanımlarının kaldırmaya yetmeyeceği bir yük oluşturan bu durum, doğrudan olduğu kadar anne-babanın ve toplumsal çevrenin destek olmasını engelleyerek de etki yapar.

Kuşkusuz her insan biricik. Ama öte yandan bir yanıyla da sıradan. Böyle düşününce bireyin ruhuyla ilgilenen bir meslekte formüller ve şablonlar ne derece geçerli?

Formül ve şablondan ziyade zihinlerimizde ve beyinlerimizdeki ortak mekanizmalardan söz edebiliriz.

Örneğin, ilginç ve şaşırtıcı bir durum olduğunda beynimizdeki kimyasal aktivite dopamin ağırlıklıdır; çelişkili durumlar ve heyecan ile ilişkilendirilmiş beyin bölgeleri olan anterior cingulate ve accumbens bölgelerinde daha yoğun gözlenir.  Ancak neyi ilginç ve şaşırtıcı bulduğumuz o zamana kadarki yaşantılarımızın bizdeki biricik etkilerine, bunun beyin yapımızda oluşturduğu kendimize özgü nöral ağ’a bağlıdır. Beyinsel ve zihinsel yapıdaki ortaklıklarımız, ortak bir alfabeyi ve grameri kullanmaya benzetilebilir. Aynı alfabe ve gramer ile sonsuz çeşitlilikte söz üretebiliriz. İki kelimeyi bir araya getiremeyenlerimiz de Nobel ödülü alanlarımız da aynı mekanizmalara dayalı bir lisanı kullanır. Aynı malzeme ile üretilebilenler çok farklı. Tıpkı yaşantılarımız ve hayatlarımız gibi...

Günümüzde empati yoksunluğu artıyor mu, neden?

Empati’yi yakınlık ilişkilerimizi düzenleyen biyolojik temelli bir tür sosyal refleks sistemi olarak görebiliriz. Ancak aynı empati çatışmaların ve eşitsizliklerin arttığı barışsız bir dünyada, benzerlerimizle olan bağlarımızı kuvvetlendiren, bize benzemezlerimizle bağlarımızı ise zayıflatan bir rol oynayabilir. Zira empatik süreçlerde rolü olan oksitosin hormonu güven ve bağlanma ilişkilerinde empatinin seçiciliğinin zeminini sağlar. Oksitosin’in bizden ve bizden olmayan ayrımını güçlendirici etkisi, insan yavrusunun gelişimi için annenin adanmışlığını sağlarken toplumdaki kimlikler arasında düşmanca duyguların gelişmesine de zemin oluşturur. Bu biyolojik mekanizmaları tersine işletmek için de yapılabilecekler var: İnsanları birbirleriyle düşmanlaştıran sınırları, ayrımcı dili kaldırmak gibi...

25 yıl öncesiyle bugün arasındaki esaslı farklardan birisi ikilemlerle düşünmenin adeta bir kaçınılmazlık içermesi. Barışı bozulmuş toplumlarda ‘ya öyle ya böyle’ ikilemi biz yetişkinleri bir küçük çocuğun düşünce tarzındaki nüanssızlığa götürüyor. Empatiye yer kalmıyor.