Hilafet meselesi

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
19 Ekim 2016 Çarşamba

Geçtiğimiz hafta izlediğim komik videolardan birinde bir ‘tarihçi’, “Beni tefe koyarlar ama keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı, ne şeriat kaldırılırdı” diyordu. Neyse ki en azından tefe konulacak şeyler söylediğinin farkındaydı. Ancak yine de sözlerinin bir yerlerde karşılık bulduğunu hepimiz biliyoruz. Bu karşılık, hilafet devam etse Türkiye’nin sayılı süper güçlerden biri olmuş olabileceği tahmini üzerine kurulu. Bu tahmin de hilafetin vakti zamanında çok büyük bir kuvvet olduğu varsayımına dayanıyor.

Sonda söylememiz gerekenleri başta söyleyelim. Birincisi, hayallerin aksine hilafetin bugün restore edilmesi mümkün değildir. Mezhep çatışmalarını bir anlık unutsak bile, ulus-devletlerin aktör olduğu bir siyasi ortamda böyle bir şey mümkün değildir; çünkü hilafet iktidarı gerektirir, bir ulus-devletin idaresinden de bambaşka bir merkezdeki halifeye ‘biat etmesini’ beklemek, bugünkü şartlarda absürttür. Hilafetin kaldırılması da tam olarak aynı nedene dayanır. Son halifenin iktidarın dışında konumlandırılması, zaten hilafetin doğasına aykırıydı; Abdülmecid’in Fatih kıyafetleriyle dolaşması gibi siyasi merkezi kızdırabilecek hareketleri güç savaşı iması gibiydi. Ruhani değil, dünyevi bir makam olan hilafet, iktidar sahibi olmayı gerektirir. Tam olarak da bu yüzden, iki iktidar adayının çatışması, sonrasında da hilafetin kaldırılması, bir nevi kaçınılmaz son olarak görülmeli.

Büyük imparatorlukların çözülmesi ve ulus-devletlerin yeni formül olarak ortaya çıkması, “cihanşümul güç” olma meselesinin de sonu olmuştur: Osmanlı’dan sonra hilafetin bir adı kalmıştır, bir de bazı kesimlerin kulaklarında çınlayan bir hoş sedası. Bugün hilafeti diriltmek, yeniden kurmak; hadi kuruldu, uluslararası camiada birilerini ikna etmek neredeyse hiç mümkün değildir. Kabul edecek olursa, o da Türkiye’nin katkılarını kaybetmek istemeyen birtakım ülkeler olur ancak. Yani iş bir yerde gelir, yine Türkiye’nin bugünkü gücüne dayanır. Hâsılı kelam hilafet şuanda Türkiye’de olsaydı, Türkiye’nin İslam dünyası üzerindeki etkisi, muhtemelen bugünkünden pek farklı olmayacaktı.

Aynı şekilde Osmanlı halifesinin sözünün geçmesini sağlayan şey, halife olması değil; güçlü olmasıydı. Osmanlı’nın son demlerinde bile, 19. Yüzyılda çoğunluğu Müslüman olan hangi ülke iyi durumdaydı ki bu konuda rakip olabilecek? Ortada benim diyebilen gene bir tek Osmanlı vardı. Bu yüzden halifeliği Ortaçağ’daki Papalık gibi görmek yerine, dünyevi iktidarın uzantısı olan bir unvan olarak görmek, halifeyi de bir yönetici olarak tanımlamak çok daha doğru.

Hilafeti dünyevi iktidardan azade, ruhani bir makam sanma gafleti, birtakım ufak yararlar sağlamıştır doğrusu. Çar’ın Osmanlı sınırları içinde yaşayan Ortodoksların hamisi olmasına mukabil, Küçük Kaynarca Antlaşması’nda Kırım Hanlığı’yla Kuban ve Bucak Tatarlarının dini işlerinde hilafet makamına bağlı olmaları gibi. Bu örnek dahi gösterir ki güç olmadan bu bağlılıklar ancak sembolik seviyede kalıyor. Bir diğer yarar da Hindistan Müslümanlarının, koloni zamanında İngiliz idaresinin emirlerine karşı halifeye bağlılıklarını bahane olarak kullanmalarıyla olmuştur. Hilafetin kaldırılmasına Hindistan’dan tepki geldiyse de, sömürge devri bitip Hindistan ve Pakistan kurulduktan sonra bunun da pek anlamı kalmamıştır. Zaten bugün dahi Pakistan, Bangladeş gibi ülkeler hilafet kaldırıldıktan sonra da Türkiye’yle en yakın ilişki kuran ülkelerden. Demek ki aramızdaki tek ‘yapıştırıcı’ hilafet kurumu değil imiş.

Peki, velev ki hilafet devam etseydi ama ulus-devlet fenomeni de sözkonusu olmasaydı, acaba Türkiye hilafetin ‘gücüyle’ tek çatı olabilecek miydi? Hiç zannetmiyorum. Daha TBMM’nin hilafeti kaldırmasına gelmeden, Osmanlı devrinde dahi Arapların hayalinde kendilerinden –hatta mümkünse Kureyş’ten- olan bir halife yaşardı. 19. yüzyılda Arapların hilafetle ilgili itirazları, II. Abdülhamit’in toplatıp yaktırdığı risalelerle yükseliyordu. Zaten hilafetin ilgasından sonra da şansını deneyenler Mısır ve Faysal ailesi olmuştur ki pek de şaşırtıcı olmayacak şekilde kimseyi de ikna edememişlerdir.

Peki, gerçekten tek çatı oldu mu hilafet? Unutmayalım, birden çok halife olduğu zamanlar vakidir. Emeviler zamanında İspanya fethedildi ve Endülüs zaman içinde merkezden bağımsızlaştı. Şam’da bir halife varken, ta Endülüs’te de başka bir halife oldu. Aynı sırada Fatımilerin de kendi halifeleri vardı. Bu durumun gerekçeleri çeşitlidir. Ne Kur’an’da ne de hadislerde belli bir tarifinin olmaması, halifenin nasıl seçileceğine dair uzlaşılmış bir yol, bir sistematik olmaması bunlardan bazıları olabilir.

Tüm bu tarihsel gerçekliklere rağmen, hilafetin iktidarla göbekten bağlı dünyevi bir kurum olmak yerine ruhani bir makam olarak anlaşılmasının, tek çatı zannedilmesinin nedenleri üzerine düşünmek gerekiyor. Bizim ders kitaplarımızda hilafetin, Yavuz Sultan Selim’in sefer dönüşü yanında getirdiği bir ‘şey’ gibi anlatımı var, ilk buradan başlamalıyız zannediyorum. Yavuz’dan sonra tüm padişahların halife unvanı taşımaya başladıkları anlatımından ziyade, halife sıfatının kullanılmasının 19. yüzyılda arttığını, bunun da Osmanlı’nın dağılmaya gittiği süreçte, çöküşü engellemek için son umutlardan, denenmeye çalışılan formüllerden yalnızca biri olduğunu anlatmaya artık başlamak gerek. Bu da ayrı bir yazının konusu.