Bir ‘imkânsız aşk’ öyküsü

Bir kadın yazarın romanından alınan, bir kadın yönetmen tarafından sinemaya uyarılan, ikisi kadın, üçlü bir senaryo ekibinin elinden çıkma, bir kadının dramını anlatan ‘Aşk Mektupları’ tek kelimeyle bir kadın filmi.

Viktor APALAÇİ Sanat
7 Aralık 2016 Çarşamba

‘MAL DE PIERRES’

Yön: Nicole Garcia

Sen: N. Garcia- Natalie Carter- Jacques Fieschi

Gör: Christophe Beaucarne

Kurgu: Simon Jacquet

Oyn: Marion Cotillard- Louis Garrel- Alex Brendermühl- Brigitte Rouan- Victoire Du Bois

 

Edebiyatla sinemanın pek az ele aldığı, kadının cinsel arzuları ve seçtiği erkekle aşk yaşamasını anlatan filmin konusu 1950’lerin Fransız taşrasında geçiyor. Evli öğretmenine âşık genç kız, ailesinin baskısıyla sevmediği bir adamla evleniyor.        Bir savaş gazisiyle yaşadığı imkânsız aşk, duygu yüklü bir sinema diliyle anlatılıyor. Bu rolde, Fransız sinemasının yükselen değeri Marion Cotillard harikalar yaratıyor.

Bir kadın yazarın romanından alınan, bir kadın yönetmen tarafından sinemaya aktarılan, ikisi kadın üçlü bir senaryo ekibinin elinden çıkma, bir kadının dramını anlatan ‘Aşk Mektupları/ Mal de Pierres’ tek kelimeyle bir kadın filmi.

Edebiyat ve sinemanın pek az ele aldığı, kadının cinsel arzuları ve sevdiği erkekle aşk yaşamasını anlatan bu film, II Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında geçiyor.

Milena Agus’un, konusu Sardinya Adasında geçen, çok satan romanını, aralarında yönetmen Nicole Garcia’nın da bulunduğu senarist ekibi Fransa taşrasına taşımış.

Savaşın travmasını atlatamamış, fakirliğin ve işsizliğin hüküm sürdüğü bir kasabada, mütevazı ve burjuva bir çiftçi ailesinin kızı olan Gabrielle (Marion Cotillard), evli ve çocuk bekleyen öğretmenine âşık olur.

Kendisinden yüz bulamayınca, bir köy düğünü esnasında, herkesin içinde aşkını dile getirir. 50’li yıllarda bir erkeğe aşkını ilan eden ve onu arzuladığını söyleyen kadınlara deli muamelesi yapılırdı.

Bu skandalın ardından, ailesi kötü tohum olduğuna inandığı Gabrielle’in acilen baş göz edilmesi gerektiği kararını alır. Anne Adéle (Brigitte Rouan), kasabada mevsimlik işçi olarak çalışan José’yi (Alex Brendemühl) gözüne kestirir.

Sevdiği evli adama asla kavuşamayacağını bilen Gabrielle, ailesinin baskısına dayanamaz ve José’nin evlilik teklifini kerhen kabul eder.

Genç kız sevmediği bir insanla asla aynı yatağı paylaşmayacağını şart koşar. José karısına âşık, dürüst ve çalışkan bir adamdır, ancak bu evlilik içinde kendini mahkûm gibi hisseden Gabrielle’in bu adanmışlığa hiçbir zaman karşılık veremeyeceğinin farkındadır.

Genç kızın yalnızlık içinde geçen mutsuz hayatı, böbreklerini tedavi için gittiği İsviçre Alplerindeki bir hastanede değişir. Burada yaralı olarak yatan, Hindiçin Harbi gazisi Yüzbaşı André’nin (Louis Garrel) gizemine kendini kaptıran Gabrielle, kısa zamanda âşık olduğuna kanaat getirir. André, ona kadınlığını, tutkularını yeniden hatırlatacak ve ayağını yerden kesecektir. Beraber kaçmak için sözleşirler. Gabrielle bu kez sevdiği adamı elinden kaçırmamaya kararlıdır. Ancak yaralı André, aynı zamanda ağır hastadır. Bu imkânsız aşkın iki kahramanını çevreleyen dünyanın, onların mutluluklarına izin vermeye niyeti yoktur.

KADININ CİNSEL ARZULARI

Nicole Garcia, duygu yüklü bir sinema diliyle ilginç bir kadın portresi çiziyor; delicesine âşık olan melek yüzlü bir genç kız, ailesi tarafından dışlandığını gören, ailenin namusunun kurtarılması için sevmediği bir adamla evlenmeye zorlanan, aşkı ikinci kez tadan, cinselliğini yaşayan, ancak yeni acılarla tanışan ve bir türlü mutluluğunu sürdüremeyen, dirençli, kararlı, gerçekçi, her daim yalnız ve mutsuz taşra kızı Gabrielle… Bu rolde Oscar ödüllü aktris Marion Cotillard, suratına maske gibi yapışan hüzün ve çaresizlik ifadesiyle Gabrielle’in çıkışsızlığını mükemmel bir performans ile perdeye taşıyor.

Kadın kahramanının gözünden anlatılan filmde, geriye dönüşlerle ilginç sürprizlere tanık oluyoruz. Filmin son yarım saatinde, karısının yaşadığı yasak aşkın bilincinde olduğunu öğrendiğimiz José’nin versiyonunda ise Gabrielle’in bilmediklerini ve taşların yerine oturmasını, kafamızdaki soruların cevaplarını öğreniyoruz.

Geçen hafta vizyona giren, Robert Zemeckis’in II Dünya Savaşı sırasındaki bir casusluk öyküsünü anlatan ‘Müttefik/ Allied’ filminde Brad Pitt ile başrolü paylaşan Marion Cotillard, Fransız sinemasının yükselen değeri.

Xavier Dolan’a bu yıl Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü kazandıran ‘Alt Tarafı Dünyanın Sonu/ Juste La Fin du Monde’unda ve geçen yıl ‘Macbeth’de Lady Macbeth rolünde izlediğimiz Cotillard’ın aktifinde bir Oscar, bir Altın Küre, iki César (En İyi Aktris) ödülleri var.

Yönetmen babası Philippe Garell’in filmleriyle ünlenen 33 yaşındaki karizmatik aktör Louis Garell bana itici gelen bir oyuncu. Savaş gazisi André rolünün hakkını veren Louis Garell’e ilk kez sempati duydum.

Oran’dda bir pied-noir ailenin kızı olarak dünyaya gelen, en prestijli yönetmenlerle 80 filmde oynayan, kamera arkasına geçtiği sekiz filmin üçüyle Cannes’da yarışan, 70 yaşındaki Nicole Garcia’nın ‘Aşk Mektupları’ sınavından yüzünün akıyla çıktığını söylemek isabetli olur.

Yönetmenliğini yaptığı ilk filmi ‘Un Weekend sur Deux’ ile 1990’da En İyi İlk Film Cesar Ödülünü kazanan Nicole Garcia, aynı ödülü senaryo yazarı olarak ‘Vendome Meydanı’nda (1998) aldı.

2000 yılında Luc Besson başkanlığındaki Cannes jürisinde yer alan Nicole Garcia, aynı festivalde 2014’te Altın Kamera jüri başkanlığını yaptı.

MADALYALI VİCDANİ RETÇİ

‘Cesur Yürek/Braveheart’  filmiyle iki Oscar ödülü kazanmış, New York doğumlu Avustralyalı aktör-yönetmen Mel Gibson (60) skandallarıyla, antisemit söylemi ile, yaşantısındaki düzensizliğiyle, son yıllarda sinema dünyasının en antipatik figürlerinden biri oldu.

Yönetmen olarak yaptığı beşinci film olan ‘Savaş Vadisi/Hacksaw Ridge’, biyografik bir savaş draması. Apokalipto’dan on yıl sonra kamera arkasına geçtiği bu filmde, Gibson Amerikan askeri tarihinde şeref madalyası alan ilk vicdani retçi Desmond Ross’un yaşanmış hayat öyküsünü, bir kahramanlık destanı formatında anlatıyor.

II. Dünya Savaşı’nda Pearl Harbour baskınından sonra Japonya’ya saldıran Amerikan ordusuna katılmak için genç erkekler birbirleriyle yarıştılar. Savaşın travmasını atlatmak için alkole sığınan bir babanın oğlu olan Desmond (tıpkı ağabeyi gibi) gönüllü olarak orduya yazıldı.

Ancak dindar bir Hıristiyan ve pasifist bir genç olan Desmond, dini ve ahlaki inançlarıyla çatışan şiddeti reddediyordu. ‘Kutsal Kitap’ın ‘kimseyi öldürmeyeceksin’ emrine sadık kalarak Desmond, katıldığı birlikteki eğitim sürecinde eline silah almayı reddetmesiyle şimşekleri üzerine çeker. Arkadaşlarının korkaklıkla nitelediği, aşağıladığı Desmond’u komutanları askeri mahkemeye çıkarır.

Babasının yüksek rütbeli bir silah arkadaşı sayesinde ordudan atılmaktan kurtulur. Tanrının dünyayı altı günde kurup, yedinci günü istirahatle geçirdiğine inanan Desmond, askeri eğitiminde Şabat günleri çalışmamanın bir yolunu bulur.

II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, savaşın en ölümcül günlerinde Amerikan askerleri en büyük direnci Okinawa’da gördü. Hacksaw Tepesini almak için saldıran Amerikan ordusu yedi kez başarısızlığa uğradı.

Desmond’un da aralarında bulunduğu birlik sekizinci saldırıda Japonların direncini kırdı. Piyade birliğinde silahsız olarak cesurca görev yapmış sıhhiyeci er Desmond, tek kurşun atmadan, yaralanan birçok arkadaşının hayatını kurtardı. Pasifist asker Desmond Doss, ABD Başkanı Harry Truman tarafından onur madalyası ile ödüllendirildi.

Film Hıristiyanlık propagandası yapmakla, Amerikan milliyetçiliğini övmede aşırıya kaçmakla eleştirilebilir. Hatta süresinin uzunluğu ve tekrarlara düşmesi de eleştiri konusu yapılabilir. Ancak bunlar ‘Savaş Vadisi’nin çok iyi çekilmiş, etkileyici, birinci sınıf bir savaş filmi olduğu gerçeğini değiştirmez.

‘The Great Gatsby’ ile ünlenen Yeni Zelandalı görüntü yönetmeni Simmon Duggan’ın gerçekçi savaş sahneleri yaratmada gösterdiği başarı, filmi (aynı yıl çekilen) Steven Spielberg’in ‘Er Ryan’ı Kurtarmak/ Saving Private Ryan’ (1998) ve Terence Malik’in ‘İnce Kırmızı Hat/ Thin Red Line’ başyapıtlarının seviyesine çıkarıyor

Genç aktör Andrew Garfield, pasifist vicdani retçi Doss’un naifliğini, dürüstlüğünü, kahramanlığını, saflığını yansıtmada çok başarılı.

Mel Gibson’u sevmeyebilirsiniz, ama ‘Savaş Vadisi’ni seveceksiniz.