19. yüzyılın ünlü ressamlarından Felix Ziem, İstanbul’u ziyaretinin 160. yılında, ‘Işık Denizinde Bir Gezgin’ sergisi ile Pera Müzesinde. Hayatı boyunca ilhamını Marsilya, Venedik gibi deniz ile güneşin kucaklaştığı kentlerden alan Fransız sanatçı, İstanbul’a da Kırım Savaşı sırasında gelerek sadece iki ay kalmış ve birçok esere imza atmıştı. Pera ve Martigues Ziem Müzeleri işbirliğiyle düzenlenen bu renkli sergi, sanatseverlerin ilgisini fazlasıyla hak ediyor.
29 0cak 2017 son gün!
SERGİDEKİ YAPITLAR
Açılışta sergiyi gezerken oldukça şanslıydım, çünkü eserleri seyrederken küratörlerden Frédéric Hitzel akıcı Türkçesiyle bana eşlik etti. Nasıl bu kadar güzel konuştuğunu sorunca da daha önce iş nedeniyle birkaç yıl Türkiye’de yaşadığını, doktorasını tarih alanında Paris IV-Sorbonne Üniversitesi’nde yaptığını ve halen Paris’te, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’deki (EHESS) Türk Araştırmaları Merkezi’nde (CETOBAC) öğretim görevlisi olarak çalıştığını anlattı.
Küratörlüğünü Lucienne Del’Furia ile Frédéric Hitzel’in birlikte yaptığı serginin en önemli özelliği, Felix Ziem’in (1821-1911) şimdiye kadar Türkiye’de hiç sergilenmeyen, ağırlıklı olarak Venedik ve İstanbul temalı eserlerinden oluşması. Sanatçının izlenimci ressamlarla üslupsal ilişkisini yansıtan yağlıboyaları ve Kırım Savaşı döneminde İstanbul’da gerçekleştirdiği desen çalışmaları öne çıkıyor. Grafit ve tüy kalemle yaptığı desenlerde, kentlerin canlı bölgelerini yansıtan sokaklar, kocaman öküzlerin çektiği arabalar, köpekler, Boğaz ve Haliç sularında kayıp giden kayıklar betimleniyor. Desenlerinde, manzaralarına yansıyan kalabalıklar hızlı çizimlerle, biraz bulanık bazen de siyah lekeler olarak tasvir edilirken ışık-gölge oyunlarıyla tuvaline aktardığı su yansımaları, göz kamaştıran gökler, puslu görüntüler de izleyeni hayran bırakıyor.
Ömrü boyunca 6 bin yağlı boya ve 10 binin üzerinde desen yapan Ziem, bir yandan gezerken bir yandan da sürekli üretir; Rodos, İstanbul, İzmir, İskenderiye, Şam ve Beyrut gibi şehirlere yaptığı gezilerden edindiği izlenimleri renkli, ışığın ön plana çıktığı masalımsı tablolara yansıtır. Yapıtlarını Ekspresyonist bir üslupla gerçekleştiren sanatçı kent sokaklarına, yüzen kayıklara enerjik fırçasıyla can verir.
Bir düş ressamı olan Felix Ziem, Louvre Müzesi’ne sağken giren ilk sanatçı. Ona ün kazandıran ışıklı peyzajlarında, en çok su ve gökyüzü öne çıkar. Sanatçı genellikle deniz kıyısındaki, güneşin yansıyıp renkleri canlı kıldığı bölgeleri seçer. Tuvallerinde betimlenen şehirler çok iyi bilinen yerler olsa da, o onları özgürce yeniden yorumlar. Mütevazı kökenleri, Paris Güzel Sanatlar Okulu atölyelerinin dışında aldığı mimarlık ve desen eğitimi, kendisini diğer ressamlardan farklı kılar. Başta ay ışığı etkilerini yeniden ele aldığı Rembrandt’ın ışık gölge oyunları olmak üzere, Hollandalı ustalardan da derinlemesine etkilenir. Meslek yaşamında, ticari anlamda da büyük başarılar kazanır.
İSTANBUL’A YOLCULUK
Félix Ziem’in, Paris Tuileries’de sergilenen eserlerinden biri de ‘Boğaziçi’nde Manzara’ydı. Sanatçının İstanbul’la ilgili bu ilk tuvalinde fotoğraflardan esinlendiği düşünülür. O yıllarda Doğu’ya olan ilgi, babasının Doğulu oluşu ve yeni arayışlar içinde olması, onu bu bölgeyi yakından görmeye iter. Bu fikrini Kırım olayları yüzünden ancak 1856 yazında gerçekleştirebilir. Ziem, 1855 yılında kaleme aldığı günlüğünde İstanbul’a gelme tasarısı ile ilgili, “Bu yolculuğun belirgin ve güçlü biçimlerin yoğunluğuyla ışıl ışıl resimler yapma dileğimi de destekleyeceğini umuyorum” notunu düşer.
Paris Anlaşmasının imzalanmasından üç ay sonra, 10 Temmuz’da Marsilya’yla İstanbul’u birbirine bağlayan Messageries Maritimes’in buharlı gemisi Le Danube’e biner. 18 Temmuz’da İstanbul’a varır ve iki ay kalır.
Ziem farklı bir sanatçıdır, özgünlükten yanadır. Yapıtları incelendiğinde, herkesin gittiği yerlere gitmek istememesi dikkat çeker. Bilindiği kadarıyla, –Küçük Mezarlık’tan çizilen panoramalar dışında– Pera bölgesini, Kapalıçarşı’yı ve ünlü silah bedestenini betimlediği herhangi bir deseni yoktur. Aynı şekilde, 1852’den beri halka açık ve sanatçılara esin kaynağı olan giysi müzesine, Elbise-i Atika’ya da hiç ilgi göstermez. Mevlevi ya da Rıfai dervişlerini de sergilemez. Daha da şaşırtıcısı, söz konusu olan ister Ayasofya, ister Sultanahmet, ister Süleymaniye, ister Şehzade Camii olsun, hiçbir deseninde camilerin içini betimlememesidir. Mimarilerdeki inceliği daha iyi vurgulamak için onları yalnızca dışarıdan çizmekle yetinir. Buna karşılık Ziem, kentin canlı bölgeleriyle çok ilgilidir; eski, dolambaçlı, daracık sokaklarda kaybolur, kalabalığa karışır, balıkçıların ve çarşıların atmosferine dalar. Giysiler, insanlar, kocaman öküzlerin çektiği arabalar, köpekler, Boğaz ve Haliç sularında kayıp giden yelkenliler, kayıklar başlıca esin kaynaklarıdır. Doğu’nun görkemi, masalsı mimariler, suyun gürül gürül aktığı çeşmeler gibi basmakalıp düşüncelerden uzaktır. O gördüğünü, apaçık biçimde çizer. Kimi desenlerinin yerleri, tarihleri belirtilmiştir. Daha seyrek olarak da sayfa kenarlarına ek notlar almıştır; renkler, ışık, yapılacak optik düzeltmeler gibi…
Sanatçının İstanbul’da kaldığı süreçte kaç desen yaptığı tam olarak bilinmese de, Ziem Müzesi’nde korunan 43 defterden ikisi Türkiye’yle ilgilidir.
Ziem, yaz sıcağına rağmen ışık, su ve renklerin oluşturduğu atmosferin her yerde hissedildiği İstanbul’a hayran kalır. Onu en çok ilgilendiren şey gökyüzü, deniz ve mimarinin oluşturduğu farklı kütleler arasındaki incelikli ilişki, toprakla suyun birbirinin içine geçişidir.
ZİEM’İN GÖZÜNDEN ‘DOĞU’
İstanbul’un ardından, İzmir, Rodos ve Beyrut’tan geçip Mısır’a, oradan İskenderiye, Teb ve Assuan’ı ziyaret edip, Yunanistan ve Sicilya’da molalar verdikten sonra Fransa’ya döner.
Ziem, bu uzun yolculukta sayısız taslak, çizim ve çalışma yapar, tüm yaşamı boyunca yararlanacağı görsel bir bellek oluşturur. Ama tuvallerine aktardığı, ‘gerçek’ Doğu değil, ışığı ve zamansızlığı ön plana çıkaran, gerçeklik kaygısı gütmeyen, uydurma bir Doğu’dur.
Doğu Akdeniz yolculuğu toplamda beş ay sürer. Bu yolculuk onda kalıcı bir iz bırakır; tüm bu izlenim ve anılar Ziem’in tüm yaşamı boyunca başvuracağı bir görsel dağarcık oluşturur. Fransa’ya dönerken günlüğüne şöyle yazar: “Ah ah! Gördüğüm şeyleri nasıl anlatabilirim ki. Doğu bütünüyle gözlerimin önüne serilmişti. Gören ve derinden etkilenen kişi asla unutmaz. Onca zamandır aradığım şeyi, bana resmi ve sanatı candan sevdiren sevimli doğayı buldum sanırım!”
PARİS YILLARI
Paris’e dönüşünde, sanatçının bu Doğu yolculuğundan esinlenen ilk tuvalleri bir süre sonra sergilenir. Bıkıp usanmadan İstanbul manzaralarının arka planlarına farklı farklı şekillerde minarelerle kubbelerin karaltılarını koyar. Böylece kenti kendi anlayışına göre yeniden yaratır.
Her şeye meraklı göçebe ressam, yaşamı boyunca farklı evrenleri keşfetmiş, içlerinden ustalıkla modeller, imgeler ve duyumlar çıkardığı yeni zenginlikler yaratmış, yaşamının sonuna dek düşlemekten ve yeniden keşfetmekten hiç vazgeçmemiştir.
Ölüm onu 10 Kasım 1911’de, 90 yaşındayken, Paris’te, Lepic Sokağındaki atölyesinde yakalar. Sanatçı, Paris’te, Père-Lachaise Mezarlığındaki, Victor Ségoffin’in yonttuğu anıtsal mezarında, yatarken betimlenmiştir, altında da Venedik aslanı görülür.