Bir kelime bin hatıra

Sami AJİ Köşe Yazısı
14 Aralık 2016 Çarşamba

Cumartesileri, sevgili dünürüm için özellikle erken kalkılan bir gündür. Ama sevgili eşim ile ben, itiraf etmek gerekirse, senede 52 gün yapılması gereken bu vazifeyi bar-mitzva’dan bar-mitzva’ya yerine getirdiğimiz için, cumartesileri, sabahları zor toparlanıp ancak öğleden sonra evden çıkabildiğimiz bir gündür.

 Ama geçen cuamartesi bir arkadaşımız ile nispeten erken saatte Starbucks’ta buluşup bir kahve içmemiz gerekti. Arkadaşımızdan ayrıldığımızda saat halen erkendi. Biz ise Nişantaşı’nın göbeğindeydik ve önümüzde bize adeta hediye edilmiş gibi duran birkaç saat vardı.

Nereye gidelim diye düşünürken aklımıza çoktan beri özlediğimiz ve hakkında “boşalıyor, dükkânları teker teker kapanıyor” denen Kapalı Çarşı geldi. Metro, füniküler, tramvay derken kendimizi az sonra Kapalı Çarşı’nın Nurosmaniye girişinde bulduk.

Aklımızdaki güzergâh Nurosmaniye kapısından girip geze geze Mahmutpaşa kapısından çıkmaktı. Hakiki bir nostalji yoluydu, gençliğimizin ‘Gümüş Yolu’. Her bir nişanlanan, evlenen arkadaşa vereceğimiz hediye ister büyük olsun ister ufak, muhakkak gümüş olurdu (bütçemiz ona yeterdi) ve biz her defasında bu yolu tutardık… Süren, Melda, Aris ve sayısız diğer gümüşçüler. Ve bu sefer aynı yolu tutup halen gümüşçü dolu Mahmutpaşa kapısının hemen dışındaki Kalıcılar Hanında nostalji gezintimizi bitirdik. Eskiye göre, iş hacmi daha az gibi dursa da, Kalıcılar Hanındaki Gümüşçüler Çarşısını daha aydınlık, bakımlı ve çekici bulduk.

Gümüş sözü duyunca benim yaştaki birisinin aklına, birden, sayısız anılar gelir.

İzmir’de, belki Rumlardan belki Saray’dan alınmış bir adet vardı.

Misafir eve gelip salona yerleşir yerleşmez, ev hanımı ona muhakkak üstünde bir kâse dulse blanko (görünüşü muhallebiye benzeyen beyaz şeker çevirme reçeli) olan bir gümüş tepsi tutup misafire bir kaşık (şüphesiz gümüş) uzatırdı. Misafir onu alıp, bir kaşık dulse blanko yer ve boş kaşığı tepside bulunan su dolu bardağın içine bırakırdı ve ev hanımı diğer misafirlere geçerdi.

Bir gün evimize babamın genç bir iş arkadaşı geldi. Annem ona dulse kâsesini tuttu. Misafir uzatılan kâseyi eline aldı… Annem önünde, bir kaşık reçel yemesini beklemekteydi.  Genç adam âdetten bihaber, “benden beklenen budur” diye düşünerek, annemin elinden kâseyi aldı, bir elinde kâse, diğer elinde kaşık, reçeli hızla yemeye başladı. Annem kim bilir belki biraz şaşırdığından, belki uyarmaya çekindiğinden, belki de hınzırlığından genç adamı durduramıyor ve herkes o garip durumun nasıl sonuçlanacağını merak ettiği süreç başlıyordu. Sonunda,  genç misafir hafif sararmaya ve terlemeye başladığı bir noktada cesaretini toplayıp mahcupça isyan ediyor  “Çok özür dilerim hanımefendi, ama ben devam edemeyeceğim” dedi.

Diğer bir anı: Bir arkadaşımın nişanlısının evindeydik. O hafta evleneceklerdi. Yüksek Kaldırımda bir dükkânı olan kızın babası işten dönüyor, elinde büyükçe bir valizle. İçinde kızı için ona getirilen düğün hediyeleri varmış. Yorgun ama mutlu valizi yemek masasının üstüne koyar ve açar. Görüntü bir hayli garipti, valizin içinde sadece ve sadece gümüş tepsiler vardı! Dönemin gümüş sevgisi, o zamanlarda fazla da pahalı olmayan gümüş tepsiyi en makbul hediye haline getirmişti. Hâlbuki herkes biliyordu ki genç çift düğünden hemen sonra Belçika’ya gidecekti. Kim bilir o kadar tepsiyi ne yaptılar…

Gümüş deyince aklıma ilk gelen hatırayı anlatmaya niyetim yoktu. Ama bu hatıra adeta beni zorluyor, “Beni de anlat” diye.  Ona “Seni anlatamam sen gerçek değilsin, sen bir fıkrasın” diyorum ama o ısrar ediyor, “Olsun anlat.”  “Ama sen ancak rahmetli Nedim Yahya’nın ağızdan duyduğum şekilde özel ve unutulmazsın. Biliyorsun Nedim Yahya Aşkenaz fıkralarını Fransızca anlatır ama Fransızca konuşan bir Rus’un ağızıyla. Seni de Rus aksanıyla anlattı.”

“Olsun, olsun anlat beni. Zaten senin konunla ilgiliyim.”

Bu kadar ısrardan sonra çaresiz deniyorum:

Kiev’li Moyşele ve Rahele evlendiriliyorlar.

Düğün yemeğinde akrabaların hediyeleri verme merasiminin zamanı geldi. (Tabii ki bu merasim aynı zamanda mükemmel bir ‘hava atma’ fırsatı da veriyor.)

Adele Teyze yaklaşıyor: “Ben, yeni evlilere, canım yeğenime, iki kaz tüyü yastık hediye ediyorum.Uzun yaşasınlar, bol çocukları olsun!”

Boris Amca, göğsünü kabartarak, “Ben ise yeni evlilere on iki kişilik bir porselen yemek takımı hediye ediyorum. Sağlıklı güzel bir yaşamları olsun!” diyor. Etraftan ‘mazaltov’ sesleri yükseliyor.

Yİtzak Amca kalkıyor, yeni evlilerin şerefine içiyor ve davudi bir sesle:

“Ben, yeni evlilere yirmi dört kişilik bir çatal bıçak takımı hediye ediyorum! Masaları bereketli olsun!”

Bunun üzerine Yosef Amca kalkıyor, kravatını düzeltiyor ve kadehini kaldırıyor etrafına gururla bakıyor ve “Ben ise, yeni evlilere bin beş yüz kişilik bir gümüş şeker maşası hediye ediyorum” diye bağırıyor.

(Bu vesile ile Nedim Yahya’yı sevgi ile anıyorum.)

Herkese gümüşten değerli bir hafta dilerim.