Nazi zulmünden kaçan 768 Yahudi’nin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan, sadece bir kişinin sağ kurtulabildiği Struma faciasının yıldönümü bu sene üçüncü kez devlet nezdinde anılacak. II. Dünya Savaşının bu sembol gemisini, İngiltere’nin tarihin akışını değiştiren 1939 ‘White Paper’ kararını, Türkiye’nin mülteci politikasını ve Yahudiler haricinde savaşın Türkiye’ye zorunlu taşıdığı Yunanlı ve İtalyan mültecileri Yıldız Teknik Üniversitesinden Prof. Dr. Esra Danacıoğlu Tamur ile konuştuk.
En çok merak ettiğim konu ile başlıyayım. II. Dünya Savaşı gemilerine ilginiz nasıl başladı?
1944 yılında Karadeniz’de batırılan Mefkure ile başladı bu merakım. Baba tarafım İnebolulu. Hem İnebolu hem civar köyleri genelde denizcidir. Dedem yaz tatilinde babamın para kazanmasını istiyor çünkü her aile gibi ekonomik zorluklar içerisinde İkinci Dünya Savaşı sırasında. Mefkure gemisinin yazın Romanya’ya gideceğini duyuyor ve babamı miço olarak yazdırıyor. Ailem gibi Mefkure’nin kaptanı ve sahibi Kazım Özbek, mürettebatının neredeyse tamamı İnebolu’nun İlişi köyünden. Ancak o değil Hasan diye bir çocuk gidiyor ve Mefkure batırıldığında ölüyor. Teknenin makinisti de aynı köyden; o da ölüyor. O bölgede iyi bilinen bir trajediydi Mefkure. Bizim ailede sadece Mefkure değil, Karadeniz’de kimi mülteci, kimi yük taşırken batırılan yahut kaybolan İkinci Dünya Savaşı gemi hikayeleri hep bilinirdi.
75. yılında Struma faciası hakkında ne kadar bilgiye sahibiz?
75 yılda bu konuda pek fazla yol alamadık. Bırakın belgeleri hâlâ Struma batığının yerini bile bilmiyoruz. Türkiye’de arşivlerin durumu ortada. Bu nedenle 2000’lerin başında Struma faciasıyla ilgili anılardan neler çıkarabilirim diye İstanbul ve İnebolu civarında araştırmalar yapmıştım. Çalışmamda bazı kişilere ulaştım. Mesela Struma’ya ekmek götüren mavnada çalışan eski bir denizci buldum. “Konuşmamıza, mültecilerle iletişim kurmamıza izin vermezlerdi. Gizli bir görev gibi ekmek götürüp getirirdik” diye anlatmıştı. Struma açığa, Karadeniz’e doğru çekilirken o sırada İstanbul’a Karadeniz’den giren bir yolcu vapurunda olan birini ve Struma’nın motorunu tamir eden tamircinin çocuklarını bulmuştum. Ama 2000’lerin başlarında bile artık pek kimse sağ kalmamıştı. Struma sadece İstanbul’daki Yahudi cemaatinin izlediği bir facia değildi. Fakat türlü sebeplerle Struma Türkiye’deki tarihçilerin (ve Yahudi Cemaati’nin) ilgi alanınca çok geç girdi. Belgelere erişilmese de, 80’lerde bile bu sürecin farklı parçalarını anlatacak çok insan bulunabilir, bazı şaibeli noktalar aydınlatılabilirdi. Mesela motoru çalışıyor muydu, motor Karadeniz’e çekilirken mi parçalanmıştı, hiçbir yere demir atamaması için çıpası kesilip atılmış mıydı, götürülüp bırakıldığı noktanın koordinatları ne idi… Sorular böylece uzayıp gidiyor. Geminin İstanbul Boğazından çekilerek Şile açıklarında bir noktaya bırakıldığı 23 Şubat gecesi ve patlamanın olduğu 24 Şubat’a dair elimizde sadece faciadan sağ kurtulan David Stoilar’ın anlattıkları var. Stoliar’ın anlatısından başka, gemiyi birkaç kere onaran tamirci, çeken mavna/ mavnaların kaptanı/ kaptanları, görevli polisler Şile’deki tahlisiye noktasındakilerle konuşulabilirdi. Yahut bu karar ve uygulama sürecinde yer alan bürokratlar ve siyasilere sorulabilirdi. Yani madem devlet belgeleri paylaşmıyor insanlarla görüşülebilirdi. Ne yazık ki bu şansı kaçırdık.
Arşivlere hiç erişilemiyor mu bu konuyla ilgili?
İçişleri Bakanlığı arşivi çok zengin ancak kurum-içi arşiv statüsünde, araştırmacılara genelde kapalı. Dışişleri Bakanlığı arşivi ise içişlerinin tersine düzensiz ve eksik. Son yıllarda Dışişleri arşivinin düzenlendiği, araştırmacılara açılacağına ilişkin haberleri medyada izliyoruz ama henüz arşiv açılmış değil. 2000’lerin başında Struma ile ilgili İçişleri Bakanlığı arşivine gitmiştim. Bana özel izinle gösterilen tek belge faciadan sağ kurtulan David Stoiler’ın Türkiye’de kalış süresinin uzatılmasına ilişkindi. İçişleri arşivinde bundan çok daha fazla belge olduğuna eminim.
Türkiye’nin bir arşiv sorunu mevcut maalesef…
Türkiye toplumu tarihe çok önem veriyormuş gibi görünür ama tarihsel izler konusunda son derece hoyrattır. Korumayı, saklamayı, gelecek kuşaklara bırakmayı çok bilmez. Tarihi devlet anlatır zaten, bu ‘devletlu’ alanı fazlaca kurcalamaya gerek yok gibi bir yaklaşım var. Öte yandan tarihi belgeler konusundaki asıl hoyratlık Cumhuriyet dönemine ilişkin. Şöyle ya da böyle kısmen Osmanlı arşivi korunsa da, Cumhuriyet arşivi sistematik olarak imha edildi. 80’lerde ancak merkezi bir cumhuriyet arşivi kurulması fikri oturdu. Ama aynı dönem özellikle 12 Eylül Dönemi Türkiye Siyasi Tarihinin imha edildiği yıllar oldu. Darbeciler tüm siyasi partilerin arşivlerini SEKA’ya kağıt olmak üzere yolladı. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran diyebileceğimiz bir partinin; CHP’nin arşivi ancak 1950’lere kadar uzanıyor, Adalet, Milliyetçi Hareket ve Milli Selamet Partilerinin tek evraklı bir arşivleri bile yok. Türk siyasal hayatını çalışmak istediğinizde sadece o partilerin bastığı broşürlere ulaşabiliyorsunuz. Varın gerisini siz düşünün.
Struma dışında Mefkure, Salvador gibi birçok gemi faciası vardı. II. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin mülteci politikası nasıldı?
Türkiye Yahudi mülteciler konusunda 1940 yılına, yani Silivri açıklarında batan Salvador faciasına kadar pek sorun çıkarmıyor. Bu sorun çıkarmıyor ifadesini yanlış anlamamak lazım, sorun çıkarmamakla kastedilen ülkeye Yahudi mültecilerin alınması değil, Filistin’e gitmek üzere yola koyulan gemilerin Boğazlar ve Marmara’dan sorunsuz geçebilmesi. Bunu İngiltere’nin mülteci gemilerinin durdurulmasına yönelik baskısına rağmen yapıyor. İngiltere’nin 1939’da White Paper’ı yayınladığını, gelecek beş yıl için Filistin’e kabul edeceği Yahudi sayısına kota koyduğunu, vizesiz bir biçimde Filistin’e yönelen Yahudi mülteci trafiğini önlemeye çalıştığını hatırlayalım. Bu nedenle mültecilerin yola koyulacağı yahut güzergâhı üzerinde bulunan ülkelere baskı yapıyor. Romen, Bulgar bandıralı gemiler Yahudileri taşıyamamaya başlıyor. Örneğin aniden Panama bandıralı oluyorlar. Bu kaçak yolculuğu yapacak iyi koşullarda gemi, donanımlı kaptan ya da denizci bulunamıyor. Boğazlar ise Bulgaristan ya da Romanya’dan yola koyulan mülteci gemilerinin ‘kıstırılabileceği’ şişenin daralan ağızı. Bu nedenle Türkiye üzerinde de baskısı var. Türkiye üzerindeki bu vizesiz-illegal yolcu taşıyan gemileri durdurması talebini ‘Montrö Boğazlar Sözleşmesi gereği’ reddediliyor, Salvador faciasına kadar.
Kara yoluyla Türkiye’ye girebilmek bir olasılık mıydı o dönemde?
1941 ilkbaharında Yunanistan’da Alman işgali başladığında Trakya’dan sınırı geçenler var. Türk yahut Yunan 1600-1700 kişi ve Yunan ordusunun bir kısmı da Türkiye’ye kaçıyor, 2000 kişi gibi. Doğu Trakya yönetimi (yani Yunanistan Trakya’sı) Bulgaristan’a verilse de Türkiye sınırında Türkiye’nin talebi üzerine Bulgar askeri bulundurulmuyor ve sınırda 30 kilometrelik insansızlaştırılmış bir bölge oluşturuluyor. Sınırı kaçak geçmek istediğinizde Almanlar tarafında vurulabilme veya açlıktan ölme ihtimaliniz çok yüksek. Bu nedenle karadan Türkiye’ye ulaşmak neredeyse imkânsız bir seçenek.
Türkiye bu gemilerle seyahat eden Yahudi mültecileri kendi topraklarına kabul etmiyor…
Evet etmiyor. Salvador faciasına kadar Türkiye gemileri durdurmuyor. Silivri açıklarında batıyor Salvador ve 300 küsur kişiden çok sayıda ölen var. Kimisi kaza sırasında veya hemen takiben, kimisi kıyıya çıktıktan sonra donarak. Sağ kalanlar ise Türkiye-Bulgaristan ve İngiltere arasında ciddi bir sorun oluşturuyor. Bulgaristan bu kazazedeleri geri almadığı gibi, İngiltere Filistin’e gitmelerine izin vermiyor, Türkiye kendi topraklarına almayı kabul etmiyor. Sonuç olarak Türkiye’de o dönem zenofobik (yabancı düşmanı) ve antisemit bir atmosferin olduğunu da hesaba katmamız lazım. Struma faciası sonrası “Kimsenin istemediği insanlara Türkiye sığınak olamaz” cümlesini kuran Türkiye Başbakanı. En karanlık dönem 1942-1944 yılları. Katliamların ve kitlesel öldürmelerin yoğunlaştığı dönem. ‘Nihai Çözüm’ hayata geçirilmiş. İnsanların asıl kaçmaya ihtiyaç duyduğu bu dönemde onları kabul eden yok. 1939’da Polonya’nın işgali sonrasında, 1941’de Almanların Balkanlara sarkmasından sonra doğuya doğru kaçan düşündüğümüzden daha büyük bir Yahudi kitlesi var ve bunlar Romanya’da, Macaristan’da sıkışıp kalıyorlar, Karadeniz’den çıkış yolu arıyorlar. Örneğin Mefkure’de ölenlerin arasında bulunan Çek yahut Polonya Yahudileri bunun bir kanıtı. Ancak şişenin daralan ağzı Boğazlar ve orayı kapattığın zaman bu insanların gidebilecek yeri kalmıyor.
Karadeniz kıyılarında araştırmalarınız sırasında bir şey bulabildiniz mi? Kaçak girebilenler veya hayatını bizim kıyılarımızda kaybedenler hakkında?
Gemi, motor yahut sandalla ne kadar Yahudi’nin Karadeniz’e açıldığını bilmiyoruz. Bu işi organize eden farklı kuruluşlar olduğu gibi, parasını denkleştiren bir ya da birkaç aile de bir küçük motor kiralayarak yola koyulmuş olabiliyor. Kaldı ki her zaman olduğu gibi o zaman da bu işten para kazanan insan kaçakçıları ağı var. Türkiye Trakyasında herhangi bir noktada kimseye görünmeden karaya çıkıp İstanbul’a ulaşmaya çalışanlar da var, bu yolculukta ölenler de. 2000’lerin başında İğneada-Karaburun bölgesinde hem Mefkure’de ölenleri hem de sağ kalanların İstanbul’a ulaşımını araştırmak üzere dolaşmıştım. Bu sırada yaşlılardan aslında II. Dünya Savaşında bu kıyılara çok sayıda ölü beden vurduğunu öğrendim. “Ölülere yaklaşmak askerler tarafından yasaklandığından kıyıya gidip dolaşamıyorduk” demişti bir iki yaşlı amca. Köylülerin ölüleri soyma ihtimali nedeniyle askerler yaklaşmalarına izin vermiyormuş. Yüzüğünü ya da cebindeki parasını alması çok önemli değil aslında. Sahillere asker ölüsü çok vurduğu için silah oluyormuş üzerlerinde ve bu silahların köylülerin eline geçmesini istenmiyormuş.
Türkiye’ye sığınmaya çalışan sadece Yahudiler değildi ancak diğerlerinin kaderi çok farklı oldu…
1941-1944 yılları arası 42-43 bin kişi Ege Denizinden geçerek Türkiye’ye sığındı. Önce Yunanlılar, sonra İtalyanlar, çok az da Türk (1943 sonbaharı sonrası, özellikle Rodos’tan). Sadece Çeşme’de 1942’de 6000’e yakın Yunanlı mültecinin barındığı bir kamp var mesela. Alman yönetiminden kaçıyorlar ama asıl olarak açlıktan geliyor. Yunan mülteciler konusunda İngiltere’nin politikası Yahudilere yönelik olandan çok farklı. İngiltere Yunanistan’dan Türkiye’ye giren bütün Yunanlıları kısa sürede deniz yolu ile Türkiye dışına çıkartıyor. Kadın ve çocukları Kıbrıs, İskenderiye ya da Afrika’ya yerleştiriyor. Erkekleri de Mısır’daki ‘Greek government in exile’ (Sürgündeki Yunan Hükümeti) Ordusuna kaydediyor. Yahudiler söz konusu olduğunda ise politikası tamamıyla farklı, geldikleri limana yollamaktan, onların Türkiye’de kalmasını sağlamaya kadar uzanan bir çeşitliliğe sahip. Yunanistan’dan Türkiye’ye gelebilen Yahudi sayısı çok az, belki birkaç yüz kişi. Adalarda (Rodos ve İstanköy dışında) pek Yahudi nüfusu da yok aslında. Bir gazete haberi hatırlıyorum 1943 yılından: 10 kişilik Yahudi bir aile 20 günlük bir yolculukla kayıkla Pire’den Çeşme’ye geçebilmiş mesela. Türkiye’nin Rodos Konsolosu Selahattin Ülkümen 60-100 kadar Rodoslu Yahudi’yi kurtarıyor.
Öte yandan bugün ülkemize sığınan çok sayıda Suriyeli mülteci var…
Yakın zamanlara kadar Türkiye’nin politikası mülteci sever değil, hiçbir zaman da olmadı. BM’nin 1951 tarihli Mülteciler Sözleşmesi’ni Türkiye imzalamıştır ancak, kayıt koyarak. Bugün Türkiye’ye bir Avrupa ülkesinden (Batı’dan) mülteci olarak girebilirsiniz, Türkiye topraklarına Doğu’dan girdiğinizde mülteci statüsü elde edemiyorsunuz. Ortadoğu’da başlayan Arap Baharı, sonrasında Suriye’deki iç savaş bildiğiniz gibi bugün sayısı milyonlarla ifade edilen Suriyelinin Türkiye’ye akmasına yol açtı. Bu nedenle şunu teslim etmemiz lazım, her ne kadar BM sözleşmesindeki kayıt kaldırılmamış olsa da, 2013’den itibaren Türkiye’deki yabancılar ve mültecilerin statülerini iyileştiren yeni yasal ve idari düzenlemeler yapıldı.
Bu sene 24 Şubat’ta üçüncü defa Struma faciası devlet nezdinde anılacak. Bu girişimin sebebi nedir sizce?
Öncelikle Türkiye’de antisemit bir ortam olduğunu kabul etmemiz lazım. Yahudi algısı dostça değil. Hayatında hiç Yahudi’yle karşılaşmamış ama asla bir Yahudi komşusu olsun istemiyor. İsrail, Filistin Meselesi ve Yahudi algısı birbirine harmanlanmış durumda. Sorunuzun ise birkaç yanıtı var. Öncelikle AK Parti iktidarıyla birlikte Türkiye’de tek parti dönemi uygulamalarına farklı bir perspektiften bakılmaya başlandı. Birden iktidar edenlerin biçimlendirdiği tarih tezlerinde bir çeşitlilik ve çoğalma ile karşılaştık. Tek parti döneminin bir uygulaması olarak Struma’ya bakışla Dersim trajedisine bakış arasında mesela pek bir fark yok. Ancak bu bir yüzleşmeden ziyade politik sonuçlar da beklenen bir tür CHP ile hesaplaşma süreci. İkincisi, Türkiye’de son 15 yıldır iktidarda olan partinin dünya görüşü Kemalist yurttaş anlayışından farklı yahut yakın zamanlara kadar böyle idi. Bu yurttaşlık ve aidiyet Kemalist olan gibi monolitik, standart, tek tipleştirilmiş değil, dinsel, etnik çeşitliliklere ve aidiyetlere açık. Üstelik bu iktidar uzun süre tarihsel referans sistemini Kemalistlerin tutkuyla bağlı oldukları “ulus devlet” ve “ulus” yerine İslami referanslara, Osmanlı tarihine dayalı olarak kurdu. AK Parti’yi Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş Ortadoğu coğrafyasında kurduğu hâkimiyeti özlemle anan, bunu bir tür ‘pax-Ottomana; Osmanlı barışı olarak kurgulayan bir siyasi hareket olarak tanımlamak yanlış olmaz. Örneğin Cumhuriyet’in bir ara dönem, kısa bir kesinti olarak adlandırması kesintisiz, derinden sürmüş bir ana damarı varsaydığının, kendini de bu ana damarı yüzeye taşıyan hareket olarak kurguladığının göstergesi. Özledikleri Osmanlı geçmişi farklı uluslara, dinlere ve etnik kimliklere saygılı, çoğulcu bir manzarayı içeriyor. Bu çoğulculuk aslında içinde bir eşitlik barındırmıyor, bu ayrı mesele. Fakat Yeni-Osmanlıcılık diyebileceğimiz bu durum farklı cemaatlere, etnik ve dini çeşitliliklere Kemalist kurucu ideoloji gibi irkilme ile bakmıyor. AK Parti döneminde azınlıklarla ilgili önceki dönemlerde hiç alışık olmadığımız iyileşmelerin varlığını teslim etmemiz ve bu çerçevede okumamız lazım. 1915’in yıldönümünde 2014’de Başbakan Erdoğan’ın taziye dileklerini dillendirmesi, Mor Gabriel Manastırı arazileri sorununun çözümü, vakıf mallarının iadesi konusunda alınan yollar gibi bir dizi örnek var elimizde. Üçüncü olarak AK Parti iktidarı dönemi Türkiye-İsrail ilişkilerinde derin fayların belirdiği, Türkiye’nin Filistin meselesinde Filistin, özellikle de Gazze yönetiminin yanında güçlü bir şekilde yer aldığı bir dönem. Ama aynı dönemde Türkiye’nin IHRA’ya (International Holocaust Remembrence Alliance) üye olmak için başvurduğunu, gözlemci ülke statüsünde bulunduğunu biliyoruz. İsrail’le gerilimli atmosfer, Struma, gözlemci üye statüsü. Bu üçünü yan yana getirdiğimizde şöyle bir manzara çıkıyor: Türkiye, İsrail Devleti ve uygulamalarıyla Holokost’u iki ayrı mesele olarak gördüğü, birbirinden ayırarak baktığı, İsrail-karşıtı politikaların illa ki Yahudi-karşıtı olmasının gerekmediğine ilişkin bir imaj veriyor. Bunun gerçekliği bir yana, toplumun bütününe baktığınızda İsrail ile Yahudi ayırımı toplumda pek yapılamıyor. ‘Dünyanın her köşesindeki her Yahudi İsrail Devletinin doğal parçası ve onun suçunun doğal ortağıdır’ düşüncesi Müslüman dünyasındaki ortak duygu.