´Yahudi Selanik´ kitabının yazarı Devin Naar ile Ladino´yu konuştuk

Okuyacağınız röportaj Profesör Devin Naar’ın yeni kitabı ‘Jewish Salonica: Between the Ottoman Empire and Modern Greece’ ve Sefarad çalışmalarının Amerikan akademisindeki yeri hakkında. Dilerseniz bu röportajı kimliğin, belleğin ve mekânın kısa bir hikâyesi olarak da okuyabilirsiniz.

Perspektif
22 Şubat 2017 Çarşamba

Canan BOLEL

 

Sizi tarih alanına, özellikle de Yahudi tarihini çalışmaya sürükleyen neydi?

New Jersey’de geçen çocukluğumda aile büyüklerimin Osmanlı kıyafetleriyle çekilmiş fotoğrafları her zaman ilgimi çekmişti. Sakalları ve fesiyle büyük büyük dedem Rabbi Benjamin Naar, kofyası ve devantalıyla büyük büyük ninem Rachel (kızlık soyadı, Nefussi)… Önceleri anlayamadığım bir dil olsa da, çoğu Selanik, bir kısmı İzmir, Çanakkale ve Filibe kökenli aile büyüklerimizin evlerinde ve sinagoglarda Judeo-Espanyol konuştuklarını duyardım. Bu akrabaların mutfakları borekas, pastel ve keftikas kokardı. Bu tatlar ve aromalardan başka, beni içine çekense, tam olarak bana ait olmasa da yakınlık duyduğum o eski dünya ve onun hikâyeleriydi. O dünya ile arama köprü kurma arzusu ve günümüze uzanan etkilerini daha iyi anlama hevesiyle, Sefarad Yahudilerinin tarihini çalışmaya başladım.

 

Dans eden Selanik kadınları

 

Sefarad çalışmalarının Kuzey Amerika’da kuruluşu ve bugünkü durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Bu alanda çalışmaya başladığımda, Osmanlı İmparatorluğunda yaşamış Yahudilerin deneyimlerine ana akım Yahudi çalışmalarında ya da Amerikan üniversitelerinin genel tarih müfredatlarında yer verilmediğini fark ettim. Yolum doktora eğitimim için Stanford Üniversitesine düştüğünde, Sefarad çalışmalarının Amerika’daki öncüsü sayılan ve Osmanlı Yahudi Tarihi’ni üniversite eğitim ortamına ilk taşıyan, İstanbul doğumlu Aron Rodrigue ile çalışma imkânı buldum.

Sefarad çalışmaları Amerika’da yükselişte. Sefarad deneyimi, özellikle de Osmanlı İmparatorluğunda yaşamış Yahudilerin tarihi, Yahudi ve Müslüman ilişkilerini İsrail ve Filistin bağlamından ötede anlamak, Yahudi kültürünü hâlihazırda baskın olan Aşkenaz shtetl imgesinden ve Yidiş’ten ötede aramak isteyen öğrencilerin ve akademisyenlerin ilgisini çekiyor. Bu merak, zaman ve mekân üzerinden farklı kültürler arasındaki ilişkileri incelemek isteyenler tarafından da paylaşılıyor ki zaten bu mevzu Judeo-Espanyol’un kendi tarihine de yansımıştır.

 

Washington Üniversitesindeki Sefarad Çalışmaları Programındaki rolünüz nedir? Burada ne türlü çalışmalar yapılıyor?

Washington Üniversitesinde şu an bulunduğum görevde Osmanlı Yahudi deneyiminin doğru temsili üzerinden, Profesör Rodrigue’in bugüne dek gerçekleştirdiği çalışmaları ilerletmeyi hedefledim. Aile köklerini Türkiye’de Marmara Adası, Tekirdağ, İstanbul ve Çanakkale, Yunanistan’da Rodos ve Selanik’e kadar takip edebilen kişilerin bulunduğu, Amerika’daki en büyük Sefarad cemaatlerinden birine ev sahipliği yapması bakımından, Seattle bizim için son derece uygun bir ortam oldu. Washington Üniversitesindeki görevime başladıktan sonra cemaat üyeleri ellerinde bulunan Judeo-Espanyol, özellikle rashi ve soletro alfabelerinde yazılmış aile mektuplarını ve kitaplarını tercüme etmem, böylelikle aile tarihlerine ve daha geniş anlatılara yeniden ulaşabilmek için bana geldiler.

Alhadeff, Almosnino, Benoliel, Franco ve Galanti soyadlarına sahip cemaat üyelerinin destekleriyle ve okulumuz bünyesinde bulunan Jackson School of International Studies Direktörü, Osmanlı sosyoloğu Profesör Reşat Kasaba ve Stroum Center for Jewish Studies’in yardımlarıyla bu programı kurduk. Programın temel amacı lisans ve lisansüstü öğrencileri arasında Sefarad deneyimine merak uyandırabilmek, ‘Ladino Günü’ gibi yerel cemaatimize hitap eden etkinlikler düzenlemek, dijital kütüphane ve müze gibi online kaynaklar yaratarak Sefarad Yahudiliğinin akıbetini merak eden herkese hitap etmek ve katılımcıları eğitmek.

 

JUDEO-ESPANYOL’UN GERİ DÖNÜŞÜ

Judeo-Espanyol’dan bahsetmişken, bazıları Judeo-Espanyol’u ölü bir dil olarak görüyor ancak Seattle’da daha önce hiç olmadığı kadar canlı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Judeo-Espanyol Seattle’da bir tür canlanma yaşıyor, ancak bu canlanmayı gündelik yaşamda var olan bir konuşma dilinin geri dönüşü olarak görmüyoruz. Daha ziyade, Judeo-Espanyol’un ‘post-vernacular’ evresine girdiği söylenebilir. Yani günlük iletişim dili olmaktan ziyade, Sefarad kimliğinin tanımlayıcısı olarak özel, sembolik bir değer kazanmış durumda. Gelecek nesiller büyük ihtimalle ataları kadar aşina olmayacaklar bu dile, ancak günlük hayatları bu dilden gelmiş kelimelerle süslenmiş olacak ve elbette deyişlerle – ke haber? echar lashon, nochada buena.

Judeo-Espanyol konuşulan ailelerden gelen genç nesiller çoktan bu dili kaybettikleri için dilin korunmasında yer almıyorlar. Bu noktada onların görevi dili ‘iyileştirmek’ ve hayatlarının hangi alanında Judeo-Espanyol’un Sefarad kimliklerinin bilinçli ve seçilmiş bir ifadesi olacağına karar vermek.

 

Kişisel açıdan ele alacak olursak, sizin Judeo-Espanyol ile nasıl bir bağınız var?

Judeo-Espanyol’un geleceği kişisel olarak benim için büyük bir önem taşıyor. Bir yaşındaki oğlum Vidal (Haim) ile Judeo-Espanyol konuşmaya çalışıyorum. Dil bilimcilerin deyimiyle ben bir ‘miras dil konuşuru’yum çünkü Judeo-Espanyol ana dilim değil ancak 15 yıldır bu dili çalışıyorum ve nonomun 2008 yılındaki vefatına dek onunla düzenli olarak bu dilde konuştum. Lingua madre (ana dil) yerine lingua nona (dede/nine dili) konuşmak oldukça zorlu olacak çünkü neslimde, benim yaptığım gibi bu dili yaşatmak isteyen henüz çok da fazla kişi yok. Umuyorum ki oğlum Judeo-Espanyol’un hayatının her yanına nüfuz etmiş olduğu bir dünyada büyür; Judeo-Espanyol dilinde selamlaşır, bu dilde şarkılar söyler, dualar okur ve kim bilir belki birkaç hikâye bile anlatır. Bu kadarını yapabilirse beni çok mutlu eder çünkü oğlumun bu dili ana diliymişçesine kullanacağına dair hayallere kapılmıyorum. O Judeo-Espanyol’u ne kadar rahat kullanırsa, ben de o kadar mutlu olurum.

Judeo-Espanyol’un canlanmasını savunurken en zorlayıcı nokta Judeo-Espanyol’un bir dil olarak değerine ve geçerliliğine olumsuz bir noktadan bakan ve uzunca bir geçmişi olan tavır. Judeo-Espanyol 19. yüzyıldan itibaren Avrupalı gözlemciler ve Osmanlı Yahudi entelektüeller tarafından modern medeniyetin kavram ve terimlerinin ifadesinin mümkün olmadığı bir dil ya da jargon olarak görüldü. Judeo-Espanyol’un kusuru olarak görülen özellikler, yani onun ‘karma’ tabiatı günümüzün son derece globalleşmiş dünyasından bakıldığında pozitif özellikler olarak görülebilir (Judeo-Espanyol ‘karishtear’ fiili Türkçe ‘karıştırmak’ kelimesinden gelir). Bu noktada, Judeo-Espanyol’un İspanyol olmayan birleşenleri Judeo-Espanyol’a kendine mahsus albeni ve değer katar. Kişinin var olan Judeo-Espanyol bilgisi, diğer birçok dile de köprü kurar. Eğer Judeo-Espanyol biliyorsanız, Türkçe, İbranice, Yunanca, İtalyanca ve Arapça birkaç kelime de biliyorsunuz demektir. Böylelikle diğer kültürlerden insanlarla iletişim kurmaya başlayabilirsiniz çünkü fark edersiniz ki insanları birbirinden ayıran şeyler, aynı zamanda onları bir noktada birleştirir.

Düşünceme göre, 21. yüzyılda, Judeo-Espanyol’un esas kıymeti Ortaçağ İspanyolcasının artık günümüzde kullanılmayan formlarını barındırmasından ziyade (ki bu da çok ilginç bir noktadır ve her zaman göz önünde bulundurulmalıdır) temelinde hibrid bir Osmanlı dili oluşu ve içerisinde hâlihazırda diğer kültürlerle köprüler kurabilecek, cemaatler arası iletişimin yapıtaşlarını bulundurmasıdır.

 

Naar ailesi


SELANİK YAHUDİLERİ

Selanik Yahudileri hakkındaki kitabınız Stanford University Press’ten yeni çıktı. Aynı zamanda Stanford Üniversitesindeki doktora teziniz olan bu kitabın arkasındaki hikâyeyi paylaşır mısınız?

Kitabımda dünyanın en büyük Judeo-Espanyol konuşan cemaatinin tarihindeki en zorlu ve yıkıcı anlarının hikâyesini anlatmak istedim. Diğer bir deyişle, Osmanlı idaresinin sona erişinin, modern Yunan milliyetçiliğinin doğuşunun ve daha sonra Holokost’un tarihi var bu kitapta. Bugüne kadar bu dönem tam anlamıyla hiç anlatılmadı, var olan anlatılarda ise araştırmacılar çalışmalarını çoğunlukla gezginlerin raporlarına, konsolosluk kayıtlarına ve Alliance Israélite Universelle yazışmaları gibi dış kaynaklara dayandırıyor. Yerel bakış açısını temel alan, farklı bir hikâye anlatmak istedim. Bu noktadaki sorun ise, Selanik Yahudi Cemaatinin tüm arşivine Naziler tarafından el konulmuş olmasıydı ve yaygın görüş çoğunun kaybolduğu yönündeydi. Bu arşivin geride kalan parçalarını New York, Kudüs, Moskova ve Selanik üzerinden dolambaçlı bir yol izleyerek bir araya getirdim. Bu kaynaklara ek olarak çoğu Judeo-Espanyol basılmış yerel gazeteleri tarayarak, Selanik Yahudilerinin hikâyesini kendi kelimeleriyle anlatmak ve seslerini tarihe geri kazandırmaktı amacım.

 

Selanik Yahudilerinin hikâyesini anlatırken aslında son derece kişisel bir hikâye de anlatıyorsunuz. Bu kitabın aile tarihiniz için önemi nedir?

Bu hikâyeyi anlatmam sadece Selanik Yahudilerinin modern tarihini gün ışığına çıkarmamı sağlamadı, aynı zamanda kendi ailemin bu şehirdeki yazgısını da daha iyi anlamama yardım etti. Mesela, neden ailemin bir kısmı 1920’lerde Amerika’ya göç etmişti ve neden bazıları Selanik’te kalmayı seçmişti ki bu seçim onların 1943’te Auschwitz’de hayatlarını kaybetmelerine sebep olacaktı. Bu kitap aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunun dağılması sonrasında Yunanistan gibi yeni ulus milletlerin doğuşu ve azınlıkların tartışmalı konumları gibi– ki bu konu günümüzde siyasetinde de büyük önem taşımaya devam etmekte, daha büyük ölçekli sonuçları da inceleme olanağı sağladı.

 

Yunanistan ve Türkiye’nin ulus devlet olarak inşalarından sonra, Selanik Yahudi Cemaatinin İstanbul ve İzmir Yahudi cemaatleri ile ilişkilerinde ne tür değişikler görüldü? Böylesine büyük değişikler kişilerin gündelik hayatlarına nasıl yansıdı?

Geç dönem Osmanlı’da Yahudiler, Osmanlı Devleti ile ilişkilerinde aracı olarak İstanbul’daki hahambaşına bağlıydılar ve düzenli aralıklarla imparatorluğun başkentine heyetler gönderilirdi. 1908 yılında İstanbul ve İzmir’deki yerel gazeteler Selanik hahambaşı seçiminin adaylarına dair tartışmalarda aktif rol oynadılar. Bunun sebebi ise bu seçimi ‘tüm Osmanlı Yahudiliğini ilgilendiren bir mesele olarak görmeleriydi. Bu esnada, İzmir’deki hahamlar eserlerini Selanik’teki matbaalara sayesinde bastırabiliyorlardı. Balkanlar’dan Anadolu’ya kadar, tüm cemaatler sadece siyasi sınırlar üzerinden değil, ortak dil olan Judeo-Espanyol üzerinden de birbirlerine bağlıydılar.

Selanik’in Yunanistan’a dahil oluşu, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde bir arada duran Judeo-Espanyol dünyasının da parçalanışını beraberinde getirdi. Yunan milli sınırları içinde, vilayetlerdeki Yahudi cemaatlerinin de bağlı bulunduğu bir Yahudi başkenti olarak yeniden doğdu Selanik. 1920’ler ve 1930’lardaki hahambaşı seçimlerinde İzmir ve İstanbul herhangi bir rol oynamadı. Bu noktada artık Osmanlı Yahudi dünyası ‘Yunan’ ve ‘Türk’ olarak ikiye bölünmüştü. Rodos’ta ise ‘İtalyan’ Yahudi Cemaati olarak biliniyorlardı. Ne gariptir ki, Selanikli Yahudiler, Osmanlı Yahudiliği artık bir gerçek olmaktan çıktığında bile Yahudi Osmanlıcılık akımını devam ettirdiler.

 

Osmanlı ve Türk Yahudileri hakkındaki akademik çalışmalar son yıllarda ivme kazanmış durumda. Bu akademik ilgiyi takip eden bir okur kitlesi de var. Bu gelişmeyi nasıl yorumluyorsunuz? Hâlâ incelenmemiş alanlar, konular ve gruplar var mı?

Son yıllarda Türkiye, Amerika, İsrail ve dünyanın birçok başka yerinde Osmanlı ve Türk Yahudilerine dair yeni çalışmalar olsa da, keşfedilecek daha çok şey var. Göreceli olarak daha küçük cemaatlerin de -Selanik, İstanbul ve İzmir haricinde- tarihlerinin araştırılmasına ve yazılmasına ihtiyaçları var. Benzer şekilde, şehir merkezi ve kırsal vilayetlerdeki cemaatlerin arasındaki ilişkilerin de incelenmesi gerekir. Osmanlı-Türk Sefarad Kültürü Araştırma Merkezi Direktörü Karen Gerson Şarhon’un ve merkezin yürüttüğü çalışmaların izinde, Osmanlı ve Türk Yahudiliğinin kültürel dinamiklerinin incelenmesi topluluklar arası ilişkilere ışık tutarken aynı zamanda kadınlar ve fakirlikle mücadele etmiş kesimler hakkında da bilgi verecektir. Bu noktada, Osmanlı Yahudiliğine dair anlatıların genel Yahudi tarihine dahil edilmesi büyük önem taşıyor. Yahudi tarihinin Osmanlı ve Türk tarih yazımına sadece Ermenilere tezat oluşturacak bir şekilde örnek millet olarak değil, ancak durumun karmaşıklığını göstermek amacıyla dahil edilmeleri, bugüne dek dinamiğin sesi bastırılmış öğelerine de konuşma hakkı verecektir.

 

 

 

*Canan Bolel, Washington Üniversitesi Yakın ve Ortadoğu Çalışmaları / Yahudi Tarihi bölümünde doktora öğrencisi. Master tezini London School of Economics, Sosyoloji bölümünde İzmir Yahudi Cemaati’nde eş seçimleri ve evlilik deneyimleri üzerine hazırladı. Son iki senedir doktora çalışmalarını Prof. Devin Naar danışmanlığında Seattle’da devam ettiriyor.

[email protected]