Francis Fukuyama: "Demokrasinin niteliği geriledi"

1992 yılında liberal demokrasinin zaferini müjdeleyen ‘Tarihin Sonu ve Son İnsan’ kitabının yazarı, demokrasi üzerine çalışmaları ile tanınan dünyaca ünlü Stanford Üniversitesi Öğretim Üyesi Francis Fukuyama, Irak Amerikan Üniversitesinde (AUIS) bu yıl beşincisi düzenlenen ‘Sulaimani Forum’un yıldız konuklarından biriydi. AUIS kurucusu Dr. Barham Salih’in yönettiği panelde yeni dünya düzeni, yükselen popülizm ve demokrasi üzerine önemli değerlendirmelerde bulunan Fukuyama, Şalom adına sorularımızı da yanıtladı.

Selin NASİ Dünya
15 Mart 2017 Çarşamba

Süleymaniye / IRAK

Birçokları sizi 1992 yılında yazdığınız ‘Tarihin Sonu ve Son İnsan’  kitabınızla tanıyor. Kitabınızda liberal demokrasinin nihai bir yönetim şekli olarak tüm dünyada benimseneceğini öngörüyordunuz. 25 sene sonra bugün neredeyiz? Demokrasi zaferi mi yoksa demokrasi krizi mi görüyorsunuz?

Birçok kişi tarihin sonu ifadesini sözcük anlamı ile algıladılar. Tarihin sonuyla kastettiğim olayların bitişi değildi. Bu bir modernleşme sorunsalıydı. Toplumların gelişimine baktığınızda, ilkelden tarım toplumuna, tarım toplumundan endüstri toplumuna evirildiğini görürsünüz. Bu gelişim sürecinin varacağı nokta neresidir? Asıl sorulması gereken bu. Marksistler komünizmin daha yüksek bir medeniyet formu olacağını öngörüyorlardı. Ama yanıldılar. Peki, piyasa ekonomisine dayalı liberal demokrasiden başka, daha üst bir siyasi düzen olabilir miydi? Alternatiflere rağmen, insanlar liberal demokrasiden başka bir düzene ulaşma çabası içinde değiller. Belki sadece tek bir rejimin rekabet etme şansı var, o da Çin. Otoriter ancak kapitalizmi benimsemiş ve oldukça başarılı bir toplum. Elbette, istikrarlı bir model olarak ne kadar ayakta kalacağını göreceğiz.

Bugün asıl sorun, insanların o gelişmişlik noktasına varıp varamayacağı. 25 yıl öncesine kıyasla çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. 1990’larda her şey çok umut vericiydi. 3. Demokratikleşme dalgasının ortasındaydık. Demokratik rejimlerin sayısı 35’ten 110’a, 150’ye yükseldi. Nicelik bakımından artış oldu ancak demokrasinin niteliği geriledi. Birçok ülkede yolsuzluk, kötü yönetimler ve hatta otoriterleşmeye geri dönüş gözlemliyoruz... Rusya, Macaristan, Türkiye, ABD’ye de değineceğim.

Dünyanın gelişmekte olan bölümündeki demokratikleşme hareketlerinden bahsetsek... Bir zamanlar, ABD’nin 2003’teki Irak müdahalesini demokratikleşme bakımından desteklemiştiniz. Geriye dönüp baktığınızda halen aynı görüşte misiniz?

ABD’nin Afganistan ve Irak deneyimi siyaset ve siyasi kurumlarla ilgili görüşlerimi hakiki anlamda şekillendirdi. Ben savaş başlamadan önce müdahale yanlısıydım. Saddam Hüseyin’in feci bir diktatör olduğunu ve dünyanın onsuz daha iyi bir yer olacağını düşünüyordum. Ancak savaşa aylar kala, devlet inşası konusu üzerine düşünmeye başladım. Eğer Amerikan ordusu Saddam rejimini devirirse, orada bir devlet kurma sorumluluğunu üzerine almak zorunda kalacaktı. Ve geçmişteki Vietnam, Orta Amerika gibi dış politika deneyimlerine dayanarak, böylesi kapsamlı bir yatırım yapmaya hazır olmadığımız görünüyordu; bırakın demokratik bir Irak yaratmayı, tutarlı bir devlet kurmaktan bahsediyorum. Operasyon başladıktan sonra hazırlıksızlığımızın boyutlarının tahminimden çok daha büyük olduğunu fark ettim. Bugün Amerikan dış politikasının bölgedeki en büyük sorunu meşru bir devlet olmadıkça terörle mücadele etmenin ve istikrarı sağlamanın mümkün olmadığı gerçeğidir. Dışarıdan bir güç olarak sizin böyle bir süreci yönlendirme etkiniz sınırlıdır.

Siyasi düzen ve yine düzenin çöküşü üzerine birçok çalışmalarınız bulunuyor. Özellikle Ortadoğu’da bu bağlamda ciddi istikrarsızlık söz konusu. Bu durumdan bir çıkış görüyor musunuz?

Modern siyasi düzenin üç unsuru var; ilki devletin kendisi. Güç tekelini elinde bulundurur. Bu gücü sadece bastırmak veya güvenlik amaçlı kullanmaz, aynı zamanda kaynakları adil bir şekilde dağıtmak için de kullanır.

İkincisi hukukun üstünlüğü, ki devleti kısıtlar. Bir yönetici her aklına eseni yapamaz. Ve üçüncü olarak bir çeşit demokratik sorumluluk ilkesini sayabilirim. Böylelikle insanlar seçtikleri lideri, aldığı kararlardan ötürü sorumlu kılarlar.

Bence Afganistan örneğinin gösterdiği üzere bir yerde seçimler yapmak ve öyle ya da böyle seçimle bir hükümetin başa gelmesi nispeten kolay. Zor olan ise devlet inşası. Adil, kişiye bağlı olmayan bir yönetim oluşturmak...

Aksi olduğunda liderler ülkenin kaynaklarını halka dağıtmak yerine kendilerinin ve akrabalarının çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar. Özellikle Ortadoğu’nun kaynaklar açısından bir sorunu var. Kaynaklarının yer altından çıkarılıyor olması, üretim ve dağıtım sürecinin manipüle edilmesini mümkün kılıyor. Ve bir de tabi hükümetler halkı vergiye tabi tutmuyor. Vergi, Avrupa’da siyasi hesap verilebilirlik ve demokrasiye giden temel yol olmuştur. Oysa yöneticiler bundan özellikle kaçınıyorlar. Dolayısıyla, modern devleti oluşturan unsurların bu bölgede olmadığını görüyoruz.

Petrol konusu, yer altı zenginlikleri adeta bir lanet gibi işliyor. Ancak bir de din savaşları ve şu medeniyetler çatışması tezi var. Bugün bölgedeki çatışmaları bu çerçeveden nasıl yorumlarsınız?

Bu konuda eski öğretmenin, aynı zamanda akıl hocam Samuel Huntington ile tartışırdık. Huntington, temel kültürel farklılıkların varlığını ve bu farklılıkların kalıcı olduğunu savunurdu. Din gibi faktörlerin etkisini görmezden gelmek aptallıktır tabi ama kültürler de değişime uğrar.

Eğer Avrupa’nın tarihine bakarsanız, dinin hoşgörü temelinde tanımlandığı liberal toplum seviyesine nasıl geldik? Birkaç asır boyunca, Hristiyan prensler aynı zamanda kilisenin de başı sayılıyorlardı, Hristiyanlığı yaymak ile yükümlüydüler. Ancak 16. yüzyıl sonrasında, 150 yıl muazzam kanlı savaşlar sonucunda -Almanya nüfusunun yarısını kaybetti bu dönemde mesela- kabul ettiler ki, farklı dini grupların bir arada yaşadığı toplumlarda dine dayalı yönetim sonu gelmez çatışmadan başka bir şey getirmiyor.

Bence Ortadoğu da benzer bir süreçten geçiyor bugün. Mezhepçilik kazananı olmayan iç savaşlara yol açmakta. Sadece İslam ve Batı medeniyeti arasında değil, İslam dünyasının kendi içinde de sorunlar var. Ve tıpkı Avrupa’da olduğu gibi burada da nihai çözüm yine liberal demokrasidir. Dini siyasetin merkezinden çıkaran, insanların dini kimliklerini tanıyan ama onların siyasi haklarını ve rejimin meşruiyetini dini kimlikler üzerinden tanımlamayan bir siyasi sistem... Birinin dini kimliğinin diğerine dayatılmadığı bir düzen... Dürüst olmak gerekirse, böylesi bir formül kabul edilmediği sürece bölgede barışın sağlanamayacağını düşünüyorum. Üstelik hâlihazırda bu bir Batı fikri de değil, Batı medeniyeti bu bilince zaman içinde vardı.

Küresel ölçekte yükselen ve merkezine İslamofobiyi, göçmen karşıtlığını alan popülizm dalgasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Oldukça tehlikeli bir dönemden geçmekteyiz.11 Eylül’den bu yana batılı hükümetler İslam ve batı üzerine anlatıları yönlendirmekteler. ABD Başkanı George W. Bush İslam ile değil, radikallerle savaştığımızı söylüyordu. Şimdi batıda birçok yeni hükümetin bu ayırıma kafa yormadığını görüyoruz. Onlar İslam’a karşı duyulan korkuyu kendi siyasi çıkarları için kullanıyorlar. Bu durum Müslüman dünyadan daha sert tepkilere yol açacaktır.

Peki ya küreselleşme karşıtlığı?

1945’ten bu yana ABD öncülüğünde başlatılmış ve daha önce benzeri görülmemiş bir siyasi ve ekonomik entegrasyon sürecinden geçmekteyiz. Dünya Ticaret Örgütü var. Üretilen mallar sınırlardan müthiş bir hızla geçmekte. Ekonomik üretim 1970’lerden 2008 ekonomik krizine dek dört kat arttı. O krizle birlikte, o zamana dek kendisini toplumun oldukça başarılı bir kesimi ve hatta orta sınıfı kabul eden işçi sınıfı, gelirinin ve sosyal statüsünün giderek gerilediğini; bu arada göçmenlerin kendisinden daha iyi durumda olduğunu fark etti. İster İngiltere’de Brexit lehinde oy verenlere bakın, isterseniz Trump’a oy verenlere, bu insanlar kendi başkentlerinin popüler yüzleri değiller. Nerede olursa olsun, popülist liderler daha az eğitimli, kırsal kökenli, daha az kozmopolit ve küreselleşmenin avantajlarından yararlanamamış kesimlerden oy almakta.

Demokrasiden söz açılmışken, son zamanlarda birçok ülkede referandum kararı alındığını görüyoruz. 16 Nisan’da Türkiye’de de bir referandum yapılacak. Referandumların demokrasi açısından etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Genel olarak referandumlardan hoşlanmıyorum. Bence referandumlar oldukça karmaşık siyasi meseleleri gereksiz şekilde basitleştiriyor. Ayrıca modern iletişimin nasıl işlediği de malum. Kim daha çok para ve kaynağa sahipse -TV kanallarına erişim gibi- o kazanıyor. Benim tercihim referandum yerine, profesyonel olarak böylesi konularda karar verme yetkisine ve temsil hakkına sahip insanlardan oluşan parlamenter mekanizmanın işletilmesidir.

Son olarak, Marx’a referansla “Katı olan her şeyin eridiği” bir dönemden geçiyoruz. Şayet yeni bir dünya düzeni kurulacaksa, sizce bu düzen hangi ortak değerler üzerine yükselir?

Bu cevaplanması oldukça zor bir soru. Ancak bugünün dünyasının değerleri olan demokrasi ve özgürlüğün önemli olmaya devam edeceğini söyleyebilirim, bu değerlerin değişmeyeceğini tahmin ediyorum.

Trump yönetimine gelelim... Amerikan demokrasisi bugün tehdit altında mı?

Kendi ülkem hakkında böyle konuşmak hoşuma gitmese de ABD’deki temel demokratik kurumlar hiç bugünkü kadar saldırıya maruz kalmamıştı. Tahminimce, denge mekanizmaları devreye girecek ve bu süreçten güçlü bir şekilde çıkılmasını sağlayacak. Ancak Merkez Bankası ve istihbarat teşkilatı gibi temel kurumların meşruiyetini ve güvenilirliğini zedeleyen bir başkan var. O kurumlardan biri hoşuna gitmeyecek bir şey yapınca Twitter’dan eleştirmeye başlıyor. Demokraside güven esastır. Partizanlık sonucunda temel kurumların altını oyarak demokrasinin sonunu getirirsiniz. Çok önemli bir yol ayırımındayız. Ama bence bu durumdan çıkacağız.