Şu ‘İç Kale’ meselesi

Referandum sonucu çıkar çıkmaz sarı ve kırmızılara boyanan haritalar üzerinden bin türlü ‘analiz’ yapıldı; elinde kalemi olan, televizyona kendini atabilen kim varsa ahkâmını paşa gönlünce kesti. Tüm bu ahkâmlardan belki de en akılda kalanı, İç Anadolu bölgesinin, hem memleketin hem de Müslüman Türk milletinin içi, Anadolu kaleyse İç Anadolu’nun da bir iç kale olduğu; Yunanlıların da Ege’den Anadolu’ya kadar ‘ellerini kollarını sallayarak’ geldikleri ‘fikriydi.’ Gerçi fikir demek ne kadar doğru, bilemiyorum.

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
3 Mayıs 2017 Çarşamba

Referandum sonucu çıkar çıkmaz sarı ve kırmızılara boyanan haritalar üzerinden bin türlü ‘analiz’ yapıldı; elinde kalemi olan, televizyona kendini atabilen kim varsa ahkâmını paşa gönlünce kesti. Tüm bu ahkâmlardan belki de en akılda kalanı, İç Anadolu bölgesinin, hem memleketin hem de Müslüman Türk milletinin içi, Anadolu kaleyse İç Anadolu’nun da bir iç kale olduğu; Yunanlıların da Ege’den Anadolu’ya kadar ‘ellerini kollarını sallayarak’ geldikleri ‘fikriydi.’ Gerçi fikir demek ne kadar doğru, bilemiyorum.

Tabii ki bu ‘metni’ ciddi şekilde eleştirmek abes olur, ancak bu cümlelerin yalnızca sözün şehvetine kapılan biri tarafından yazılmadığı, bu sözlerin bir yerlerde karşılık bulduğu da aşikâr. Çünkü yakın zamanda bu tip sözler pıtrak gibi çoğalmaya başladı, Atatürk’ün Selanikli olmasından nem kapanlar, Rumeli göçmenine ‘yabancı’ muamelesi çekenler ya artık daha çoklar, ya da artık saçmalıklarını yüksek sesle dillendirecek cesareti kendilerinde bulabiliyorlar. O yüzden bu absürt tarih anlatısının deşilmesine ihtiyaç var, acaba altında ne manalar var diye.

Zatın referandumda ‘Evet’ çıkan Trabzon gibi şehirleri de ‘milli duvarın’ dışında sayması gibi iç tutarsızlıkları da bir yana bırakırsa, ‘dış kalede’ oturanlar zoru görünce ya ‘iç kaleye’ sığınıyor yahut düşmanların ellerini kollarını sallayarak ilerlemesine izin veriyorlar, her iki şekilde de güvenilmez ve işe yaramazlar. O halde bu ‘milli duvarın’ dışında kalan insanlarımız iki grupta toplanabilir: Biri Osmanlı’nın Rumeli’de kaybettikleri topraklardan ülkemize gelen Balkan göçmenleri (alt metinde ‘sığınanlar’), öbürü yerli halktan ‘dış kalede’ mukim bulunanlar. Bu garip fikrin de gittiği nokta, içeride bir özün olduğu, onun genişlediği bir alan olduğu düşüncesi; yani bir nevi Lebensraum! Bu tarz yazıları yazanlar, övündükleri ve sürekli referans verdikleri Osmanlı’yı, İç Anadolu’dan çıkıp üç kıta üzerine yayılan bir sömürge imparatorluğu zannediyorlar herhalde. Oysa Osmanlı pekâlâ büyük bir Balkan İmparatorluğu’dur da. Balkan Savaşları ile de giden sadece ‘sömürgeleştirilen Avrupa toprakları’ değil, Türklerin anayurtları olmuştur: İstanbul’un fethinden önce gidilmiştir çoğu yere.

Bizim yüzyıllarca Rumeli dediğimiz, ama artık Balkanlar diye anılan coğrafya, Avrupa’nın olduğu kadar Osmanlı dünyasının da bir parçasıdır. Henüz iki yüzyıl öncesine kadar bu topraklar aynı zamanda ‘Türklerin Avrupa toprakları’ olarak da anılırdı coğrafya araştırmalarında. Türklerin de yurdu olan bu coğrafyanın adı da yenidir, ‘Balkanlar’ tabiri yüz yılı yeni geçer. Bu topraklardan Anadolu içlerine gelenler arasında yalnızca Türkler değil, başta Arnavutlar ve Boşnaklar olmak üzere çeşitli gruplardan da gelenler olur. Rumeli coğrafyasındaki Müslümanlar arasında Türkler kadar Slavlar ve Arnavutlar da büyük bir orana sahipti ki bu da Avrupa’nın Müslüman geçmişinin de izidir. Bir bakıma Müslümanların Avrupa’dan sürülmesi söz konusudur; Yahudilerin İspanya’dan kovulması kadar insanlık dışı bir meseledir bu.

Daha dün Makedonya’da mecliste Makedonlar ve Arnavutlar birbirine girdi. Hiçbir halk şiddet eğilimli değildir, ama yıllardır Balkan coğrafyasında sular durulmuyor. Bugünün bu gerçekliğine rağmen Osmanlılar bugün minicik devletlere bölünmüş Balkan coğrafyasını asırlarca nasıl birlikte tutabilmişti? Bu sorunun cevabı asla bugün ortaya çıkıveren “güçlü olduğu için hâkim olan millet” değildi, Osmanlı bir Herrenrasse (efendi ırk) politikası gütmedi. Başarının sırrı farklı inançlara ve topluluklara karşı güdülen esnek politika ve pragmatik tavırlardı, ortaokul tarih kitaplarında ‘Osmanlıların hoşgörü siyaseti’ diye anlatılan şey hani.

Osmanlı Rumeli coğrafyasında topraklarını genişletmeden önce de Hristiyan güçlerin müttefiki olarak varlığını gösteriyordu ve bu fetihlerin tamamlanmasından sonra da devam etti; Balkan coğrafyasından gelen askerler Doğu seferlerinde görev aldı. Yani değil Türk’ün Türk’le, Müslüman’ın Müslüman’la kavgası; Osmanlılar Hristiyanlarla Müslümanların iç içe olabildikleri bir sistem kurabilmişti. Osmanlılar Rumeli’ye geldikten sonra eski Roma/Bizans şehirlerinin ayağa kalkmalarından başka, aralarına yenileri de katıldı, bugün birer başkent olan Saraybosna ve Tiran gibi.  Osmanlılar, Roma devrinde Balkanlara yapılan geniş yol ağını devraldıktan sonra geliştirmiş, 18. yüzyılda bozulmaya başlasa da uzun bir zaman boyunca kamu hizmetinin düzgün işlemesini sağlamışlardı: “Vatandaşa hizmet götürmüşlerdi.” Bugün dahi zamana ve savaşlara rağmen hala ayakta kalan çeşmelerden su içmenin zevkini yaşıyorsak, bu sayede.

Bugün kendine siyasi fayda biçmek için, tarihin içine yalanlar ekmek pek namuslu bir iş değil. Ayrıca Osmanlı’nın kaybettiği toprakları kendine bir nüfuz alanı olarak görüp on küsur senedir bunun üzerine dış politika kuran bir iktidar için, bu tarz söylemler kendi içinde de tutarlı değil. Hepsinden öte, kapsamak yerine ayrıştırmak, önce eldeki kalan kaleyi kabullenmek, sonra da o kalenin de içinde kendine bir ‘iç kale’ yaratmak sonucunu doğurur ki bu da kimsenin istediği bir şey değil. İmparatorluklar kapsayabildikleri ölçüde büyürler, özcü anlayışlarla değil; dün Osmanlı Rumeli’de öyle ilerledi, bugün de siz Neo-Osmanlıcılık oynamak, büyük ve güçlü devlet olmak istiyorsanız, yine benzer bir yol seçmek zorundasınız.