Ne bir yara ne bir acı

Dalia MAYA Köşe Yazısı
10 Mayıs 2017 Çarşamba

Bir hikâyeydi yazdığı insanoğlunun. Ayrılığın ve korkunun hikayesiydi yazdığı... Ancak gerçek, çok farklıydı bundan. Dün gece haşmetli bir dağın denizle buluştuğu yerde ay yine yarımken gökyüzünde randevum vardı cırcır böcekleri ile. Onlar anlattı ben dinledim.

***

Yazı bile yazasım yok bu hafta... Likya yolunun bir kısmını  yürüyoruz. Doğu Likya yolundayız. Tamara’nın bir telefonu ile hasbelkader önüme düşen, hiç araştırmadan bodoslama atladığım bir turdayım. Uzun yürüyüşün ardından Adrasan’dayız. Gece, deniz sakin. Ara ara sahile vuran dalgaları var yok duyuyorum. Oysa ayaklarım suya batık, cırcır böceklerinin sonsuz senfonilerinin arasında. Hızlı İstanbul yaşamıyla kıyaslandığında bambaşka bir dünyadayız. Yok, bambaşka bir dünya değil. Bambaşka bir boyut burası.

Çok değil, önceki gece Kalben’i dinliyordum İstanbul’da sahnede... O güçlü sesinde taşımıştı hepimizi; sekiz aylık hamile bir kadın kocasının sevgi dolu kollarının arasında, türbanlısı, biraları ikişer üçer içenleri... Farklılıklarının ayrılığında değil, Kalben’in o deli enerjisinde erimiş, bir bütün olmuştu. Beni en çok etkileyen ise, sahnede devleşmesi idi Kalben’in. İçindeki çocuğa izin vermişti. O çocuğun tüm doğallığı ile eğleniyordu sahnede.

“Yarayı büyütmedim hayalimde / Yarayı öptüm ellerinden / Yarayı dinledim / Yarasını sevdim. / Yarayı kapatan, yaradan da derin”

Yarayı söylüyordu ama hüzün ve acı değil, coşku vardı şarkılarında.

Şimdi ise Adrasan’da denize nazır bu hamakta huzurun beşiğinde sallanıyor tüm yaratı.

Ne bir yara, ne bir acı... Sadece sevgi var içerden dışarı çoğalan. Mutlak bir huzur ve -tıpkı cırcır böceklerinin şarkısı gibi- kesintisiz bir sevgi.

Anda olmak bu demek belki de. Akışına bırakmak kendini. Durgun denizin kıpırtısında, cırcırların şakımasında, tüm üretilmiş hikayelerden arınıp sadece oluşu idrak etmek. Sadece olmak.

Eğlenmek hayat oyununda. Ve huzurda kalmak. Durmak bir an olduğun halde. Eğlencede ya da durağanlıkta. Gecenin karanlığında bırakmak kendini zamansızlığın ve bedensizliğin sonsuz yaşam oyununa. “çünkü” diye devam etti cırcır böcekleri, “yaşam dediğin sonsuz bütün bir şarkıda sonsuz ve ayrılıksız bir oluş oyunu. Siz insanlar unutmuşsunuz oyunda olduğunuzu. Biz cırcır böceklerinin görevi bu gece sana hatırlatmaktır bu yaşam oyununu oynamanın en güzel şeklinin oyunda eğlenmek olduğunu.”

Tam da bunu kanıtlarcasına çıktı uzun yürüyüş yolumuzda öğle molamızda karşıma. Öğle güneşi tepemizde, cırcırlar susmuşlardı. Gelidonya Fenerinin vahşi kayalıkları arasından atik bir keçi gibi boşlukta beliriverdi bir anda. Sımsıcak bir kavuşma enerjisi ile gülümsüyordu merhaba diyerek.

- Kimsin sen? 

Gezginmiş. Güzel sanatlar okumuş. Ormanda yaşamış. Paranın ön planda olmadığı başka bir hayatın mümkün olduğunun, ama daha da önemlisi insanın insana bir sarılma ötede olduğunun canlı kanıtı...Otostop yaparak geldiği bu yerde yarım saatte hayatını anlattı bize.

- Faruk adım. Travel for peace. Instagram’da takip edebilirsin.  Dövme sanatçısı, sokak çalgıcısı, doğada yaşamda kalabilme becerilerine sahip bir gezgin... Kitabını yazmakta dünyayı dolaştıkça... Ve rast geldiklerine farklı kültürlerden olsun olmasın sımsıkı, sımsıcak sarılarak dünyada barışın yerleşmesine bir katkı sağlama görevini üstlenen...

Yemeğimizi paylaştık. sonra herkes kendi yaşamlarına. Öncesindeki aynı kişiler miydik hâlâ? Mucize gibi bir şeydi, mucizelerin her an farkında olmamız gerektiğini hatırlatan.

Yazı bile yazasım yoktu bu hafta. Önce cırcır böcekleri yetişti imdada, bir anne edası, bir anne bilgeliğiyle. Sonra Faruk çıka geldi bir dost yüreğiyle. Selam olsun tüm annelere, tüm anne hissedenlere ve tüm dostlara.

Aşkta kalın.