Işık

“Başlangıçta Tanrı, yeri ve göğü yarattı. Yeryüzü karmakarışık ve kapkaranlıktı […] Tanrı ışık olsun dedi. Işık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü, onu karanlıktan ayırdı.”

Moris FRANSEZ Köşe Yazısı 0 yorum
5 Temmuz 2017 Çarşamba

‘Başlangıçta’, günlük deneyimimizin kutsal yazılarla anlaşmaması için bir neden yoktu… Karışıklık ve karanlığı yok etmek için, önce ‘ışıkları yakmak’ iyi bir fikirdi. ‘Yazılar’ da bunu söylüyordu, ‘sağduyu’ da.

Anlaşmazlık, çok daha ileride, ‘iyiyi ve kötüyü’ öğrendiğimiz ve bu nedenle cennetten kovulduğumuzu anlatan sayfalarda başlayacaktı. Çünkü orada, yalnız neyin iyi, neyin kötü olduğunu öğrenmekle kalmadık… Önce fiziği, sonra da tek tek bütün bilimleri yarattık.

Bu yarattığımız yeni dünyada, ‘iyi’ ve ‘kötü’ nosyonları, giderek soluklaşmaya, anlamlarını yitirmeye başladı. Çünkü aklıselim, ışığın karanlıkta önünü görmek isteyen için iyi, uyumaya çalışan biri için kötü, bir kör için ise ne iyi ne de kötü olduğunu öğretti.

‘İyi-kötü’, ‘güzel-çirkin’ gibi ölçülemez, muğlak sıfatların, bu saf, basit, anlaşılır bilim dünyasında bir karşılıkları olmadığını anladık… Ne yaptıysak, bu ünlü çiftlere bilim sözlüğünde bir yer bulamadık.

Fizik biliminin mucitleri olarak, ‘ışık ve karanlık’ çiftinin bile gözlenen şeyden fazla, izleyen göze ait olduğunu, karanlık gördüğümüz yerde dahi ışık olduğunu, ama o ışımayı, insan gözünün algılayamadığını keşfettik.

Cennetten kovulduktan sonra, sadece bilim yapmakla yetinseydik, belki yaşamımız -nispeten- kolay olacaktı. Ama Doğa Ana öyle buyurmuş olacak ki, bilim yapmak bizi ‘kesmedi’, karnı doyan ve sığınacak bir yer bulanlarımız, felsefe yapmaya başladı.

Fiziksel dünyada bile böylesine karmaşık olan bu ‘ışık’ meselesini, bir takım dahiyane metaforlar ve ‘mecazi’ yollarla, tutup felsefe alanına taşıdık… Ve hadise, büsbütün içinden çıkılmaz bir hal aldı.

Çünkü orada, durup dururken, ışığın bilgiyi, karanlığın da cehaleti simgelediğini söylemeye başladık… Ama neyin bilgi, neyin cehalet sayıldığına dair somut bir ölçüt koymadan… Öylesine…

Yok, aslında tam da ‘öylesine’ değil… Bir ölçütümüz var… O da şu: ‘Bizim görüşü’ destekleyen tüm düşünceler aydınlanma, ‘karşıt görüşü’ besleyen argümanlar ise kara cehalet.

Verimsiz bir atışma sürüp gidiyor: Ahlak ordusunun ‘tanrısal ışık’ saydığı metinleri, rasyonel saflar ortaçağ karanlığı olarak nitelendiriyor… Bilim camiasının ‘modern düşüncenin temeli’ saydığı kuramlar da, dinsel cemaatlere bilimsel bağnazlık olarak takdim ediliyor.

Anlaşmama hususunda anlaşmış durumdayız ne yazık ki… Yazık… Çünkü, eğer kendisine kulak vermeyi bilseydik, kafamızın içinde şaşmaz ve güvenilir bir ölçüt kurucu, sağlam bir danışman vardı…

***

Nasreddin Hoca

Sınanmaya değer bir bilgelik yolu varsa eğer, Nasreddin Hoca’nın o yolu bizden önce keşfetmiş olduğundan emin olabilirsiniz…

Hikâyenin birinde, Nasreddin Hoca, evinin önündeki sokak lambasının altına çömelmiş, harıl harıl bir şey arıyormuş… Bunu gören komşusu, merak edip seslenmiş:

“Hayırdır hocam, ne ararsın böyle gece vakti?”

“Anahtarımı düşürdüm, onu arıyorum…”

Komşu da gelip Nasreddin Hoca’nın yanına çömelmiş,  birlikte aramaya koyulmuşlar… Bir süre aradıktan sonra, komşu sormuş:

“Hocam, anahtarı burada düşürdüğünden emin misin?”

“Yok evladım, ben anahtarı evin içinde düşürdüm…”

“O zaman niçin burada arıyoruz?”

“İçerisi karanlık da ondan!”

***

Ninelerimizin Coha1 hikâyelerine bayılmamızın nedeni, insan zaaflarını sevecenlikle ele almaları… Hikâyesinin içinden, Nasreddin Hoca bize sevimli sevimli fısıldıyor:

“Aklın, senin doğal ışık kaynağındır… Başka lambaya güvenme… Unutma, aradığını bulmana yaramayan ışık, ışık değildir.”

 

1Judeo Espanyol (Sefaradi) kültürde Nasreddin Hoca muadili.

 

 

1 Yorum