Namevcudiyet ve Belleğin izinde Ortaköy Yetimhanesi

Mekânın göreceli sabitliği, yokluğun tarifi ve tarihinde bir dayanak noktası. Bu nedenle, anılar, sözlü tarih çalışmaları ve tanıklıklara ek olarak Ortaköy Yetimhanesini mekânsal açıdan ele almak, şu anki boşluğu yorumlamamıza ve belleğimize anlamlı bir şekilde yerleştirmemize yardımcı olabilir.

Toplum
13 Eylül 2017 Çarşamba

Canan Bolel

 

Yahudi Alman düşünür Walter Benjamin, intiharıyla sonuçlanan, Fransa’dan kaçma girişiminden kısa süre önce tamamladığı Über den Begriff der Geschichte (Tarih Kavramı Üzerine) adlı çalışmasında Marksizm ve Yahudi mistisizmi arasında salınan bir tarih anlayışı sunar. Materyalist ve teolojik ögeleri aynı anda barındıran bu görüş, dönemin egemen tarih yazımına karşı çıkar. Benjamin doğrusal bir gelişimi takip eden tarih yazım anlayışı karşısında, eleştirel tarih ihtimali üzerinden geçmişi kurtarmanın tek yolunun hatırlama eyleminden geçtiğini savunur. Kişisel deneyimin dev tarih anlatıları arasında kaybolmasına karşı hatırlama eylemi elzemdir ve kurtarıcıdır. Öyle ki, Benjamin tarih biliminin temel görevi ve uğraşının hatırlamak olduğunu ileri sürer. Tarihin anımsatıcı yanı ve hafızanın tarihsel boyutu ise epey alengirlidir.

1923’te yazdığı bir mektupta, “Elbette biliriz ki geçmiş, müzede bulunan kraliyet mücevherlerinden ibaret değildir; geçmiş bugünün daimi etkisi altındadır” der Benjamin. Günümüz geçmişe dek uzanıyorsa, zaman parçalarının üst üste binip katmanlaştığı Ortaköy Yetimhanesinin, kurum tarihinin dışına çıkan daha çetrefilli bir tarihi yazılabilir mi? Bir zamanlar yegâne amacı çocukların barınması olan bu mekânın insansızlığı nasıl anlatılabilir?

Şu an, derin boşluğuyla, Ortaköy Yetimhanesi geçmişin hikâyesinden çok bir yokluğun hikâyesini anlatıyor ve bu durum kuvvetli bir hatırlama isteğini de beraberinde getiriyor. Hatırlanacak şeyler ve kişiler çoktan gitmişse ve arda kalanlar da hızla yok olmaktaysa, hatırlama eylemi hala mümkün müdür? Diğer bir deyişle, namevcudiyetin tarihi yazılabilir mi?

Arşiv belgelerine bakıldığında, büyük bir özverinin ve dayanışmanın hikâyesini barındırıyor yetimhane. 20 Mayıs 1930 tarihinde, M. H. Reisner başkanlığında gerçekleştirilen genel kurulda Yahudi çocukları için örnek bir yuva olarak tasvir edilen binada merkezi ısıtma, sıcak ve soğuk sulu duşlar, ders çalışma alanları, yatakhaneler, ibadethane, yemekhane ve çamaşırhane olduğunun üstünde duruluyor.[1] Üyelerin kaygıları her ne kadar gerçekse, yarattıkları yerleşkeye güvenleri de bir o kadar tam. Hem genç cumhuriyetin, hem de cemaatin bir nevi gurur kaynağı El Orfelinato ve yabancıların imrendiği Orphelinat Israélite de Constantinople. Dönemin şartları göz önüne alındığında, gerçekleştirilmeye çalışılan bir idealin içinde, her sabah okula Palanga Yokuşundan çift sıra inen bu çocuklar hakkında başka neler biliyoruz?

Tanıklıklardan[2] öğrendiğimiz, yetimhanede kalan çocukların kimilerinin anne babasını çok önce kaybettiği, kimilerinin ise boşanmış ebeveynler ve maddi sıkıntılar sonucu yetimhanede yaşadıkları. Yemekhanede güzel yemekler çıktığı, voleybol oynamanın en büyük eğlencelerden biri olduğu ve bayramların biraz buruk geçtiği diğer bildiklerimiz arasında. Fotoğraflardan bakan yüzler ise sanki hiç yaşlanmayacaklar gibi. Bit belasından korunmak adına saçları kısacık kesilmiş erkekler ve beyaz kurdeleli kızlar. Kızlar fotoğraf çekilirken en yakın arkadaşlarının ellerini tutmayı tercih ediyorlar, diğer elleriyle ise eteklerini bir uçtan zarifçe kaldırıyorlar. Sınıf fotoğraflarındaki utangaçlıktan eser kalmıyor yazın her ay bir kere gidilen ada fotoğraflarında. Herkesin yüzüne renk gelmiş, göbekler yenen karpuzlar ve deniz suyuyla şişmiş. Ve Purim kutlamaları! Kısa süreliğine de olsa, kostümlerin fitilli kumaşları altında başka biri olmanın, kaybolmanın rahatlığı. Mevsimler değiştikçe baki kalan, tahminen hesaplı bir fiyata alınmış toptan kumaştan çıkma, bir örnek dikilen kabanlar, elbiseler, gömlekler ve şortlar. Bütün çocukların kardeş gibi birbirlerine benzemesine sebep olan, savaş yıllarının gerçekliğinden doğan bir paydaşlık.

Finansal sıkıntılar kaçınılmaz bir gerçek, özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında ve öncesinde. Bu nedenle, bir kurum olarak yetimhanenin hikayesi, dönemin genel durumuna dair ipuçları verirken, dayanışmanın farklı halleri olduğunu da gözler önüne seriyor. Bağışlanan erzak da, cemaatten abi ve ablaların derslere yardım için yetimhaneye gelişleri de kasveti biraz olsun dağıtıyor. 1930’da, zor zamanlara hâlâ vakit varken ve olacaklardan habersizken, M. H. Reisner konuşmasını şöyle bitiriyor: “La solidarité juive est une des caractéristiques de notre race.”[3] Kurum başkanının gururlu beyanı, “Yahudi dayanışması ırkımızın özelliklerinden biridir” cümlesinin yer aldığı dergide birkaç makale sonra başka bir haber tarafından takip ediliyor: Berlin’de yeni açılan bir sergide bulunan Yahudi tarihine dair objeler ve fotoğraflar. Kristallnacht’a hâlâ sekiz sene var. Zamanın akışında, fikirlerin ve insanların değişim hızına nazaran mekânlar biraz daha istikrarlı ve makul kalıyor belki de.

Mekânın göreceli sabitliği, yokluğun tarifi ve tarihinde bir dayanak noktası. Bu nedenle, anılar, sözlü tarih çalışmaları ve tanıklıklara ek olarak Ortaköy Yetimhanesini mekânsal açıdan ele almak, şu anki boşluğu yorumlamamıza ve belleğimize anlamlı bir şekilde yerleştirmemize yardımcı olabilir. Var olandan geriye kalan bir mekân varsa ve o mekân ki, sakinleri tarafından şekillendirilen ve bir o kadar da sakinlerini şekillendirense, bu mekân üzerinden varlık, yokluk, zamanın akışı, unutuluş ve elbette ölüm farklı anlamlar kazanacaktır.

Ortaköy Yetimhanesi üç katlı yorgun bir bina. Türkiye’de anneanne ve babaanne evlerinden aşina olduğumuz kabartma desenli buzlu camlar, pastel tonlardaki yer seramikleri ve tutukluk yapan metal pencere kolları burada da var. Bu aşinalığın peşinden gelen ise kocaman bir boşluk hissi. Yetimhane günlerine dair izler keşfedilmeyi bekliyor mu? Yoksa kim bilir kaçıncı kat badananın atıldığı koridorların eski duvar renkleri gibi yitip gittiler mi? Öte yandan, geçmiş kimliklerinde Ermeni okulu, Yahudi Yetimhanesi, ecza laboratuvarı ve bir süredir de sanatsal sergi alanı olmayı barındıran bu binada neyin hangi yaşantıya ait olduğunu anlamak zor, ama imkansız değil. Zemin ve duvarların beyaz seramiklerle kaplandığı steril laboratuvar yıllarından geriye kalanlarda meraklı gözler birkaç şey yakalayabilir sanırım. Aşınmış merdiven basamakları ve basamaklar yükseldikçe daha sıkı tutunulmuş ahşap tırabzan bir zamanlar bu binanın yaşayan bir mekan olduğunun en somut izleri. Pencere pervazına kazınmış E M harfleri acaba kimin ellerinden ve kalbinden? İkinci katın aniden kapanan ahşap kapısı hangi dalgınları korkuttu? Zeminin yamukluğu kimlerin başını döndürdü? Pinpon oynanan yüksek tavanlı salonda kaç top kaybedildi? Dev pencerelerden içeri yolunu bulan ağaç gölgeleri kimleri geceleri korkutup, uykusuz bıraktı? Yanıtını hiçbir zaman bulamayacak olsam da merak ettiğim sorular. Çünkü bu soruları sormak dahi, bir zamanlar burada yaşayan sakinlerin varlığını, kaygılarını, mutluluklarını, yalnızlıklarını, ve aidiyetlerini meşru kılıyor. Bu sorular, bu binada yaşamış olanların sadece fotoğraflardaki ürkek bakışlardan ibaret olmadığını hatırlamamız için var. Kimse unutulmak istemez, ancak gaiplik çürüme ve yıkımı beraberinde getirir.

Halen tüm heybetiyle ayakta duran yetimhane binası, doğa tarafından yavaş yavaş sindirilip zeminine daha da demirlenmekte. Camsız pencereler, Ortaköy Yetimhanesini sonsuz bir davet alanına dönüştürmüş. Davete ihtiyacı olmayan bitkiler ve kuşlar ise esasında demir ve tuğla yığınından olma bu yapının nefes alan son üyeleri. Odaların içine giren yabani incir dalları, binanın cephesini kaplayan sarmaşıklar, pencere pervazlarında kendi hallerinde bitmiş çiçeksiz dallar. Doğanın kendine dahil etme gücünün önünde durmak imkansız. Bu istilaya dahil olmayan giriş avlusundaki manolya ise yetimhanenin karşısındaki inşaatları ve yükselen iş merkezlerinin tanığı. Bir zamanların son derece özel mülkü artık gaipliğin umumi ilanı.

Walter Benjamin, Bertol Brecht’e yazdığı mektuplardan birinde şöyle der: “Hayatın gerçek ölçütü bellektir. Tüm hayatın içinden bir şimşek gibi geçer.”[4] Bellekle yüzleşmek insanın kendisiyle yüzleşmesidir ve Benjamin’e göre hayatı anlamanın tek yolu budur. Ortaköy Yetimhanesi hem sanki zamanın sonuna kadar ayakta kalacakmışçasına heybetli, hem de an be an çürümekte. Büyük boşluğa rağmen, yüzleşmeye açık. Benim kişisel yüzleşmemin ardından, gıyabında bolca sorum, ancak henüz bir cevabım yok.

 

Ortaköy Yetimhanesi bina görevlisi Şakir Bey’e rehberliği, Berkin Keskin’e çektiği fotoğraflar, Tuğçe Kayaal’a yetimhanelere dair kaynak yardımı için teşekkür ederim.

 

 

*Canan Bolel, Washington Üniversitesi Yakın ve Ortadoğu Çalışmaları bölümünde doktora öğrencisi. 2017-2018 akademik yılında Koç Üniversitesi, Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi bursiyeri olarak İzmir Yahudileri araştırmalarına devam edecek.

 

 

 

 

 



[1] Hamenora, Juillet 1930, No: 7, sf. 251.

[2] Sema Tecen’in Remember adlı sergisi Ortaköy Yetimhanesinde 20 Eylül 2017 tarihine kadar ziyaret edilebilir.

[3] Hamenora, Juillet 1930, No: 7, sf. 255.

[4] Aesthetics and Politics, ‘Conversations with Brech’ sf. 91