İnsanlık durumlarını dile getiriş gücüyle yaklaşık 400 yıldır bütün dünya okur ve seyircilerini etkilemeyi sürdüren efsanevi yazar William Shakespeare’in (1564-1616), son yıllarında kaleme aldığı ‘romances’ diye adlandırılan dörtlüden, ‘Pericles’, ‘Cymbeline’ ve ‘A Winter’s Tale’den sonraki son oyunu ‘Fırtına / The Tempest’, ilk kez yazıldığı varsayılan 1611 yılında sarayda sahnelemiş.
Öyküdeki hüzün tadı yüzünden komedya, mutlu bittiği için tragedya türüne sokulamayan Fırtına, hem komik, hem trajik, hem fantastik, mucizevi bir eser. Kısaca özetlersek:
Oyunun başladığı tarihten 12 yıl önce, Milano Dükü Prospero’nun kardeşi Antonio, Napoli Kralı Alonso’nun desteğiyle Prospero’nun dükalığını gasp eder ve onu küçük kızı Miranda’yla bir tekneye koyarak denize bırakır. Kızıyla ıssız bir adaya çıkan Prospero, sadık Gonzalo’nun verdiği kitaplardan büyü yapmayı öğrenir. Sycorax adlı, sonradan ölen kötü ruhlu bir büyücünün, bir çam ağacının yarığına hapsettiği Ariel adlı ‘havamsı peri’yi kurtararak Sycorax’ın hilkat garibesi oğlu Caliban’ı eğitmeye çalışır. Çirkinliği ve yabanlığıyla, iflah olmaz, yarı insan yarı hayvan Caliban, nankörlük ederek Miranda’ya tecavüz etmeye kalkışınca, Prospero onu kölesi yapar.
Oyun başladığında, büyü gücüyle bir fırtına çıkartmış olan Prospero, Alonso, Antonio, Alonso’nun oğlu Ferdinand, kardeşi Sebastian ve öteki lordların içinde bulunduğu geminin parçalanarak adasının kıyısında karaya vurmasına yol açar.
Fırtına kimseyi öldürmez, gemidekilerin hepsi sağ salim karaya çıkar; ancak yolcuları farklı gruplara ayıran Prospero, onları birbirinden habersiz bırakır; her grup sadece kendisinin kurtulup diğerlerinin öldüğüne inanır.
Ariel, tek başına karaya çıkan Alonso’nun oğlu Ferdinand’ı Propero’nun mağarasına götürür. Burada Miranda’ya aşık olan Ferdinand aşkının hatırına, Prospero’nun bütün emirlerini yapmaya hazır kölesi olmayı kabul eder. Kızının da Ferdinand’ı beğendiğini fark eden Prospero, genç adamı aşırı zorlarken, gizliden gizliye desteklemekte olduğu aşk için Ferdinand’ın duygularını sınamaktadır.
Alonso’nun ayyaş kâhyası Stefano ile soytarısı Trinculo içki âlemi yaparken Caliban’la karşılaşırlar. Prospero’dan ve onun temsil ettiği tüm insanlıktan nefret eden Caliban, kendine yeni efendi olarak Stefano’yu seçer. Antonio’nun kışkırtmasıyla Sebastian, ağabeyi Kral Alonso’yu öldürmeyi planlarsa da, Ariel sayesinde planları suya düşer. Büyüyle ve Ariel’in yardımıyla Kral’la adamlarını şaşkına çeviren Prospero, Miranda ile Ferdinand’ın birleşmesine razı olduktan sonra intikam planından vazgeçerek düşmanlarını bağışlamaya, tılsımlı büyücülük asasını da kırmaya karar verir. Ariel’i serbest bırakır, kimliğini açıklayarak dükalığını geri ister. Memleketine yelken açmadan önce, buruk bir Sonsöz’le seyircilere hitap eder.
Çok yönlülüğüyle Fırtına, tiyatro ve sinemada sayısız ilginç yorumun konusu oldu. Sinema uyarlamaları arasında Paul Mazursky’nin John Cassavetes’li romantik ‘Tempest’iyle Peter Greenaway’ın John Gielgud’lu eksantrik, soyut ve bol çıplaklı ‘Prospero’s Books’u öne çıkar ama en çarpıcısı Fred McLeod Wilcox’un1956 tarihli kült bilimkurgu klasiği ‘Forbidden Planet / Yasaklanmış Gezegen’dir. 2200’lerde uzak bir gezegende geçen ve Shakespeare’i Freud’la buluşturan filmde, Walter Pidgeon’un Morbius / Prospero’suna ve Morbius’un imal ettiği robot Ariel eşlik ederler. Gezegende daha önce yaşamış olanların mirası şeytani güç Caliban ise, Morbius’un cani ‘id’i olarak karşımıza çıkar.
Serdar Biliş’in 2010’da İKSV Tiyatro Festivali için bir havuzda yönettiği, bütün karakterleri Derya Alabora, Candan Ergüder ve Tülay Günal’ın canlandırdığı müzikli şenlikli sahneleme dışında bizim tiyatrolarda oyunun genellikle geleneksel yorumları tercih edildi.
Kemal Aydoğan’ın ‘Fırtına’sı
Fırtına bugünlerde Kemal Aydoğan’ın ayrıksı ve çağcıl yorumuyla Moda Sahnesinde esiyor. Aydoğan, en trajik öyküleri farklı bir yorumla, grotesk ve sürreel taraflarının altını iyice çizerek, günümüz seyircisine biraz demode gelebilecek metinleri kabul ettirebilen, arada da Shakespeare’in mesajını birebir aktarmayı başaran çok özel bir yorumcu.
Trajiğin içerdiği komiği ortaya çıkararak güldürünün en ciddisini yapan Aydoğan’ın Fırtına’sı, klasik metinleri kutsal sayan, üzerlerinde oynandığında rahatsız olan kimi izleyiciyi salondan kaçırtacak, benim de dâhil olduğum bir çoğunluk tarafından da ayakta alkışlanacak cinsten müthiş bir çalışma.
Aydoğan, Fırtına’nın diğer Shakespeare oyunlarında görülmeyen, ‘mekân ve zaman birliği’ kuramına yakın yapısını korumuş. Seyircinin ortasına aldığı, üç kayalıktan oluşan ıssız adanın tek mekânında, metinde de yaklaşık dört saatte geçmiş olayları, neredeyse gerçek zamanlı olarak kurgulamış. Ancak, öykünün ana çizgisi korunsa da, farklı bir bakış açısıyla yorumlanıyor.
Fırtına’nın başkişisi Prospero, büyünün gücüyle doğayı dizginlemekle kalmamış, kendi doğasındaki intikam hırsını, ihtiraslarını da denetlemeyi başararak, kendisine ihanet edenleri affetmeyi başarmış bir bilgedir. Aydoğan, bu uygar insana sevgi ve saygıyla yaklaşsa da, belli ki asıl ilgi odağı, ‘medeniyetin’ içinden gelmekle birlikte, insanî kusurlarından arınamamış, her an hırslarına, ihtiraslarına, hayvansı güdülerine yenilmeye yatkın diğer karakterlerdir.
Bu sebeple Prospero’yu, güzeller güzeli kızı Miranda’yı ve tüm delikanlı uçarılığına karşın dürüst, aşkına sadık Ferdinand’ı biraz geriye çekerek, diğerlerini öne çıkaran, eleştirel ve politik bir bakış yeğlemiş.
Shakespeare’in ikiye ayırdığı bu karakterlerden ilk grup toplumun ayrıcalıklı kesiminden gelen seçkin ve eğitimli saraylılar takımıdır. Sebastian’ın, Antonio’nun ya da Alonso’nun cilâsını biraz kazıdığımızda ihtiraslı, ahlaksız, hain kimlikleri hemen ortaya çıkar.
Burada Moda Sahnesinin değişmez Sahne Tasarımcısı Bengi Günay’ın bunlar için tasarladığı olağanüstü kostümlerden söz etmem gerekiyor. Sahne tasarımını her daim dekor ve kostümden oluşan bir bütün olarak yapan Günay bu ‘asaletli’ siyasetçilere 1920’li Chicago gangsterlerinden esinlenen stilize kostümler giydirip ellerine de birer tabanca vererek, sanki bilinçaltlarındaki haydutları dışlarına aksettirmiş.
Diğer grup ise ayak takımından ayyaş, açgözlü, ahlaksız kâhya Stefano ile soytarı Trinculo’dan oluşur. Medeni düzenin aksaklığının temsilcisi olan ikilinin ahlâksızlığı, saraylı takımının içten pazarlıklı üçkâğıtçı hainliğine göre daha naif, çocuksu, daha bir doğaldır. Hayvansı doğası gereği ‘canavar’ Caliban kendini bu sebeple onlara daha yakın hisseder. Bengi Günay, Caliban’ı yarı çıplak bırakıp, Stefano’ya sıradan bir giysi verip, Trinculo’ya da ‘Alice Harikalar Diyarında’nın Beyaz Tavşanınkini anımsatan soytarı elbisesini giydirerek sanki bu naif, masalsı ve çocuksu doğallığa bir gönderme yapmakta.
Her zaman parlak bir oyuncu yönetmeni olan Kemal Aydoğan, Moda Sahnesinin her zamanki kadrosundan farklı olarak, değişik ortamlardan gelen oyuncularla çalışmasına karşın harika bir takım kurarak ekibinden dört dörtlük bir toplu oyunculuk elde etmiş.
Çok sayıda filmde ve dizide oynamış deneyimli sinema ve TV oyuncusu Hüseyin Avni Danyal, bildiğim kadarıyla ilk kez İstanbul’da sahneye çıkıyor. Yalın ve sakin Prospero’su çok başarılı. Altıdan Sonra Tiyatro’dan anımsadığım Selen Şeşen, patenleri, kendisi görünmeyen ama her şeyi gören ve gördüklerini alnındaki video kameradan bizlere de aksettiren bir Ariel olarak kıpır kıpır, uçucu bir hava kızı olmuş. Hoş sesiyle oyunun müziklerini yapan Berkay Yiğitaslan’ın şarkılarını yorumlaması da cabası. Zeynep Tuğçe Bayat, periler kadar güzel, heyecan verici bir Miranda. Babası ve Caliban dışında gördüğü ilk erkeğe aşkı müthiş doğal ve inandırıcı. Onu görür görmez vurulan Ferdinand’ı canlandıran Münircan Cindoruk da öyle. Miranda’ya tecavüze kalkan Caliban’ın tersine, ahlaki törelere uyan, Prospero’nun dayattığı çileleri olgunlukla kabullenen delikanlının samimiyet ve dürüstlüğünü yansıtan sımsıcak bir performans.
Saraylılardan Ziver Armağan Açıl, Gonzalo’yu hem dürüstlüğün hem sağduyunun sesi olarak yorumlarken, Mürsel Yaylalı, Alonso’nun hırslarıyla oğlunu kaybetmiş olmasının acısı arasında gidip gelmesini başarıyla veriyor. İnanç Koçak’ın yorumladığı Antonio’nun kötücül baştan çıkarıcılığı İago’yu anımsatıyor. Geçen yılın ‘Cadı Kazanı’nın başarılı John Proctor’u Kaan Songün, iktidar hırsı için ağabeyini bile öldürmeye hazır Sebastian’ı, hainliği kadar Antonio’ya kanmaya yatkın aptallığını da öne çıkararak başarıyla canlandırıyor.
Geldik oyunun çılgın üçlüsüne. Yaşar Bayram Gül’ün nankör, ırz düşmanı, eğitilse de yola gelmez ucube Caliban’ı olağanüstü. ‘Bira Fabrikası’ndan beri hayran olduğum Gürsu Gür / Stefano ile, EKİP’in ilk dönem ekibinden, ‘Kargalar’ın başarılı ayakkabı boyacısı Ertürk Erkek / Trinculo, Hacivat – Karagöz ya da Pişekâr – Kavuklu gibi, oyunculuklarıyla, beden dilleriyle birbirlerini tamamlayan, kimyaları müthiş uyuşan parlak bir ikili oluşturmuş. Aydoğan’ın metine kattığı dâhiyane sürprizlerden birincisi bu ikilinin ‘defilesi’. Tabiî ki iki oyuncunun bütün yeteneklerini kullandıkları bu defileyi anlatarak sürprizin tadını kaçıracak değilim. Sadece gidin görün derim.
Sonuçta yılın olmazsa olmazlarına aday, keyifli, heyecan verici, 2,5 saat boyunca kahkahalarla izlenen müthiş eğlenceli bir Fırtına bu. Eminim topluluğun diğer iki Shakespeare oyunu gibi yıllarca repertuarlarında kalacak. Ekim biletleri tükendi. Tiyatro Festivalinde ve kasımdan itibaren Moda Sahnesinde. Kaçırmayın. İyi seyirler.