Paris’teki vizyon filmleri

Vizyondaki filmler arasında öne çıkanlar şunlar: Irkçılık ve peşin hüküm temalarının hakkını veren Yvan Attal’ın politik filmi ‘Les Brio’, taksi şoförleri üzerinden Bulgaristan toplumsal hayatından başarılı bir kesit sunan ‘Sofya Taksi’, ünlü bir romancıyla hayranı arasındaki ilişkiye odaklanan Roman Polanski’nin psikolojik draması ‘D’apres Une Histoire Vraie’, ince bir mizahtan beslenerek çizgi dışı bir kadın portresi çizen Altın Kamera Ödüllü ‘Jeune Femme’, yaşanmış bir eşcinsel travmayı anlatan Anne Fontaine’in ‘Marvin’i, Lynne Ramsay’ın Cannes’dan çifte ödüllü nefis kara filmi ‘You Were Never Really Here’i, Joachim Trier’in fantastik draması ‘Thelma’, Todd Haynes’in New York’ta 50 yıl arayla iki öykü sunan ‘Wonderstruck’u ve Agnes Varda – JR ikilisinin görkemli belgeseli ‘Visages Village’ı.

Viktor APALAÇİ Sanat
6 Aralık 2017 Çarşamba

 

Bu yazımda Paris seyahatimde izlediğim, bizde henüz vizyona girmemiş filmlerden  bahsedeceğim

İki ay önce, İKSV’nin filmekimi etkinliğinin programında yer almasına rağmen gösterilemeyen, Lynne Ramsay’e Cannes’da En İyi Senaryo Ödülü’nü getiren ‘You Were Never Really Here’iyle başlayalım.

İnsanları tedirgin eden, sıkıntıya sokan özgün öyküleriyle tanınan İskoç kadın yönetmen bu kez bir intikam hikayesi anlatıyor. Geçimini kayıp çocukları bulmakla sağlayan asosyal bir dedektifi canlandıran, 30 kilo şişmanlamış haliyle izlediğimiz, En İyi Aktör olarak kariyerinin ilk ödülünü kazanan Joaquin Phoenix, sanat hayatını en başarılı performansını bu filmde çiziyor.

Fuhuş çetesinin eline düşmüş bir senatörün kızını kurtarırken, Phoenix’in yolu sadist ve pedofil politikacılarla kesişiyor.

Son 25 yılda yaptığı filmlerde edebiyattan esinlenen Roman Polanski son filmi ‘D’Apres Une Histoire Vraie’de Delphine de Vigan’ın ödüllü romanını beyaz perdeye aktarıyor. Olivier Assayas ile müştereken yazdıkları senaryoda Polanski, yaratıcılık sorunu yaşayan bir kadın yazarın, hayatına giren esrarengiz bir hayranı yüzünden yaşadığı travmayı anlatıyor. Bu rolde Eva Green, Emmamuelle Seigner ile gözüktüğü her sahnede rakibini eziyor.

Amerikan Bağımsız Sinemasının auteur yönetmeni Todd Haynes, 50 yıl ara ile, New York’ta biri kız, diğeri erkek iki sağır çocuğun öyküsünü ‘Wonderstruck’ta anlatıyor. 1927 ve 1977’nin New York’unu atmosfer yaratmadaki eşsiz hüneriyle canlandıran yönetmen, ilk bölümü siyah-beyaz çekmeyi tercih etmiş. Fetiş oyuncusu Julianne Moore’un iki rolü canlandırdığı filmin paralel kurgu konsepti başarılı.

‘Ezeli Rekabet’ ile ‘Borg/McEnroe’ Paris’li tenisseverlere ilaç gibi gelen iki film. İlkinde Emma Stone ile Steve Carrell, dünya kadınlar seribaşı Billie Jean King’e meydan okuyan eski şampiyon Bobby Riggs’i canlandırıyorlar. İkinci film, beş kez Winbledon şampiyonu olmuş İsveçli Bjorn Borg’u ABD’li rakibi Mc Enroe ile karşı karşıya getiriyor.

‘31 Ağustos’ filmiyle parlayan Norveçli Joachim Trier, aşık olunca olağanüstü güçlere kavuşan ‘Thelma’ adlı bir genç kızın öyküsünü anlatıyor.

Ülkesi Fransa’ya 21 yıl aradan sonra ‘Sınıf/Entre les Murs’ ile Altın Palmiye getiren Laurent Cantet, son filmi ‘Atölye’de yine demirbaş senaristi Robin Campillo ile işbirliği ediyor. Film, bir öğretmenin nezaretinde, zeki, entellektüel birikimli bir grubun workshop çalışmasına odaklanıyor.

Mathieu Amalric’in Cannes Belirli Bir Bakış bölümünde yarışan ‘Barbara’sı, ünlü şarkıcıyı anlatan bir tiyatro oyununun hazırlık aşamasını anlatıyor.

88 yaşındaki Agnes Varda ile Fransız sokak sanatçısı ve fotoğrafçısı JR’ın buluştuğu ‘Mekanlar ve Yüzler / Visages Villages’, Fransa’yı dolaşan bir yol filmi; paylaşmak ve gezmek hakkındaki özel bir günce-gezi filmi.

Holokost belgeselleriyle tanınan Claude Lanzmann ‘Napalm’ile bu kez izleyicilerini gizemli Kuzey Kore topraklarına geziye götürüyor.

Belçikalı Michael Roskam ‘Le Fidele’de başına buyruk yarış pilotu bir genç kadınla (Adele Exarchopoulos) mafya mensubu bir gangsterin (Matthias Schoenaerts) inişli çıkışlı aşk öyküsünü anlatıyor.

Beni düş kırıklığına uğratan iki film Fransız sinemasından geldi. Dört yıl önce ‘Ben, Kendim, Annem / Les Garçons et Guillaume a Table’ ile tanıdığımız tiyatro ve sinema oyuncusu, yönetmen, senaryo yazarı Guillaume Gallienne’in, tiyatroda 3 milyon kişinin izlediği bu ‘one man show’unun ardından yaptığı ‘Maryline’ çok vasat bir film.

Beş Cesar ödüllü bir filmden sonra, oyuncu olmak için taşradan Paris’e gelen Maryline’in öyküsü son derece sıradan. Comedie Française’de beraber çalıştığı Adeline d’Hermy’nin varlığına rağmen film çok sıkıcıydı.

Komedi filmlerinin ustası Olivier Nakacke-Eric Toledano ikilisinin son filmi ‘Le Sens de La Fete’ beni düş kırıklığına uğratan ikinci film oldu.

BULGARİSTAN’DAN İNSAN MANZARALARI

Bu yıl Cannes’da Bulgaristan’ı Belirli Bir Bakış bölümünde temsil eden ‘Sofya Taksi/Posoki’ bizlere taksi şoförleri ve onların müşterileri üzerinden müthiş bir toplumsal eleştiri getiriyor.

Yasaklı İranlı yönetmen Jafer Panahi’nin iki yıl önce Berlin’de Altın Ayı Ödülü kazanan ‘Taxi Tehran’ı akla getiren Bulgar filmi, çizdiği renkli insan portreleriyle, günümüz Bulgaristan’ının sosyal hayatından doyurucu ve çok yönlü bir perspektif sunuyor.

İki ay önce ‘Suç ve Ceza Film Festivali’nde ‘Sofya Taksi’yi takdim etmek üzere İstanbul’a gelen filmin yönetmeniyle tanışma fısatını buldum. Bu cesur ve çizgi dışı çalışmasıyla, aynı konuyu işleyen ‘Taxi Tehran’dan daha etkileyici bir film yaptığı için Stephen Komandarev’i içtenlikle tebrik ettim.

Film Sofya’da sıradan bir sabah vakti, taksi şoförü bir babanın kızını okula bırakmasıyla başlıyor. Bütçesini denkleştirmek için part time şoförlük yapan adam, küçük işletmesini ayakta tutmak için borç aldığı tefeciyle buluşuyor. Borcunun ikiye katlandığını gören adam, itirazını inceleyen etik kurul üyelerinin de şantaja dahil olduklarını görür. Buluşmada çıkan kavgada tefeci ailesini tehdit edince, yanlışlıkla önce tefeciyi ve sonra kendini öldürür. Sivil toplum üzerine kabus gibi çöken umutsuzluk hali bu intiharın ardından radyo kanallarını harekete geçirir.

Sofya’da çalışan şoförlerin ve onların müşterilerinin radyo konuşmalarını yorumlamalarıyla ilerleyen film, çeşitli sosyal sınıfa mensup kişilerin ülkenin yozlaşması karşısında duydukları memnuniyetsizliği dile getirir. Bu farklı insan hikayeleriyle beraber aslında bu talihsiz olay olmadan da şehrin üzerinde kara bulutların belirdiğini anlarız.

İstanbul’da filmin senarist-yönetmeni Komandarev’e, Panahi’nen ‘Taxi Tehran’ından esinlenip esinlenmediğini sordum: “Bahsettiğiniz filmi gördüm. Ama ülkemde aralarında üniversite mezunu insanların da bütçelerine katkı sağlamaları için taksi şoförlüğü yapması çok yaygın. Siyasal Bilgiler mezunu bir şoförün anlattıkları bana bu filmi yapma ilhamını verdi. Filmin ocakta ülkemde vizyona girecek. Alacağı tepkiyi çok merak ediyorum.

Aralarında bir rakibin olduğu taksi şoförlerinin anlattıkları ile komünizmin çökmesinden sonra Demirperde ülkelerinin Kapitalizmle sınavında çektikleri sıkıntılara tanık oldum” cevabını verdi.     

ALTIN KAMERA ÖDÜLLÜ FİLM

‘Jeune Femme’ bu yıl katıldığı Cannes Film Festivali’nde yaratıcısı Léonor Serraille’a ilk filmini gerçekleştiren yönetmenlere verilen ‘Altın Kamera’ Ödülünü, yarıştığı Belirli Bir Bakış bölümünde de Jüri Ödülü’nü kazandırdı.

Lyon doğumlu 31 yaşındaki Serraille, filminde 18 yaşında geldiği, sinema eğitimi aldığı Paris şehrinin portresini bir kadın karakterin üzerinden çiziyor.

John Cassavetes’in filmlerini akla getiren ‘Genç Kadın/ Jeune Femme’, ince bir mizahtan beslenerek çizgi dışı bir kadın portresi çiziyor.

Uzun süren bir beraberlikten sonra Meksika’dan dönen Paula, sevgilisi tarafından terk edilince, kendisini Paris’te sokak ortasında bulur. İyi geçinemediği annesi kendisini eve kabul etmeyince, kendisini güvenilir bulmayan, çocuk bekleyen en yakın arkadaşı da Paula’yı barındırmayı reddedince, genç kadın ucuz otel odalarında yatıp kalkar. Üstündeki 3-5 parça mücevheri satarak, iş aramaya koyulur. İç çamaşır satıcılığı ve part time çocuk bakıcılığı yaparken, sürekli yalan söylemesi, zayıflığı ve savrukluğuyla bütün işleri yüzüne gözüne bulaştırır. Başarısızlıklarla dolu geçmişini geride bırakıp, hayata yeni bir başlangıç yapmayı dener.

Film, dünyası yıkılan genç kadının, kendisine barışma teklifi yapan eski sevgilisine dönüp dönmeyeceği sorusuna cevap arıyor.

Léonor Serraille, nefes alır gibi yalan söyleyen, etrafıyla sağlam ilişkiler kuramayan, güven vermeyen kayıp ruh bir kadın portresini senaryosunda başarıyla çizmiş. Bu rolde İsviçreli- Fransız sinema ve tiyatro oyuncusu Leatitia Dasch, enerjisi, etkileyiciliği, sahiciliği ile ekranı aydınlatıyor. Yönetmeni film boyunca ekranda sürekli konuşurken gördüğümüz Laetitia Dosch’a doğaçlama şansı tanımamış.

Senaryoda yazılı diyaloglara sadık kalmasına rağmen, bu son derece yetenekli aktris oynadığı sahnelere hayat katıyor, canlandırdığı karakteri inandırıcı kılıyor.

Bu günlerde Paris’te tiyatroda ‘Un Album’ adlı tek kişilik bir oyunda yer alan Laetitia Dosch’a Fransa’da yılın yıldızı yükselen oyuncusu gözüyle bakılıyor.

SEVİYELİ İKİ FRANSIZ FİLMİ

Tel Aviv doğumlu Fransız aktör-senarist-yönetmen Yvan Attal son filmi ‘Le Brio’da eşi Charlotte Gainsbourg’u oynatmıyor. Çünkü filmin kadın kahramanı, Paris’in Müslümanların oturduğu bir banliyo semtinde yaşayan, yirmi yaşında, kırılgan, zeki, kararlı ve başarıya odaklanmış, Cezayir kökenli bir üniversite öğrencisi.

Yvan Attal (52), bu beşinci yönetmenlik denemesinde, ‘My Fair Lady’deki yeteneğini kanıtlama fırsatı bulamamış, bir kızı yetiştirip şöhrete ulaştıran mentor temasını işliyor.

Aktör olarak 50 kusur filmde, senaryo yazarı olarak yedi filmde becerisini sergilemiş Attal, ‘Le Brio’nun dört kişilik senaryo ekibine dahil.

Toplumsal ve politik konuları ele alan, ırkçılık, peşin hüküm, yükselme arzusu gibi temaların hakkını veren Yvan Attal, ‘Le Brio’yu dengeli bir mizansenle keyifle izlenen bir film yapıyor.

İnsanın yüreğine hitap eden, hümanist mesajlar içeren bu sevimli film Paris seyahatimde izlediklerimin en iyisiydi.

Filmin konusu Paris’in Pantheon Hukuk Fakültesinde geçiyor. Birinci sınıf öğrencisi Neila Salah (Camelia Jordana), okulun ilk ders gününde Pierre Mazard’ın (Daniel Auteuil) sınıfına geç girer; yaptığı gürültü yüzünden provokatif ve sinik bir insan olan olan hocası tarafından sorgulanırken aşağılanır. Irkçı, ayrımcı ve hakaret içeren söylemi yüzünden üniversite yönetimi Mazard’dan bu durumu telafi etmesini ister.

Bu konudaki kötü şöhreti yüzünden Mazard kovulma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Zira talebelerin cep telefonlarıyla çektikleri videonun, internet üzerinden yayınlanması olay yaratmıştır.

Mazard yetenekli öğrencisine özel dersler vererek kendisini geliştirmesi için büyük uğraş verir. Neila üniversiteyi birincilikle bitirir ve avukatlık hayalini gerçekleştirir.

Ancak iki zıt kutbun sürtüşmesi, Neila’nın kendisine yapılan yardımın Mazard’ın kendisini kovulmaktan kurtarmak için olduğunu öğrenmesiyle tavan yapar. ‘Le Brio’, taşların yerine oturduğu görkemli bir final sekansıyla noktalanır.

EŞCİNSEL GENCİN DRAMI

Anne Fontaine (58) senaryo yazarı, oyuncu ve yönetmen olarak Fransız sinemasına damgasını vuran bir sanatçı. Edouard Louis’nin otobiyografik romanından esinlenerek, Pierre Trividic ile müştereken senaryosunu yazdığı ‘Marvin ou la Belle Education’ adlı dram ile 15. filmine imzasını atıyor.

Fransa’nın kuzeyindeki Vogues’deki bir kasabada, okul arkadaşları, babası ve ağabeyi tarafından sürekli taciz edilen, acı çekmesine rağmen suskunluğunu koruyan Marvin adlı çocuğun dramı duygusal bir dille anlatılıyor.

E. Louis’nin kitabını sinemaya aktarma projesiyle başta André Techiné ilgileniyordu. Anne Fontaine, Marvin’in çocukluğu ve ergenlik dönemini paralel bir kurgu ile birleştirerek anlatmayı tercih etmiş.

Film, cinsel tercihleri yüzünden aşağılanan efemine bir çocuğun, kurtuluşu kendisini boğan bir kasaba yaşantısından kaçmakta bulmasını anlatıyor. Anne Fontaine, gerçeklik duygusu yaratan, yüreklere hitap eden bu ürkütücü ve dokunaklı öyküyü, sağlam bir sinematografi eşliğinde perdeye aktarmış.

Alkolik bir baba, ilgisiz ve duyarsız bir anne, şiddet yanlısı asosyal bir ağabey ile aynı evde yaşayan Marvin Bijou, okuldaki üst sınıftaki öğrenciler tarafından eşcinselliğe sürüklenir.

Bu durumu, kendisiyle hiç ilgilenmemiş ailesine anlatamadığından, içine kapanık, mutsuz ve sorunlu bir ergenlik dönemi yaşar.

Kendisine yardım elini uzatan ilk insan, okul müdüresi Madeleine olur. Tiyatroya olan meylini geliştirmesi için Marvin’in Paris’te eğitim almasının yolunu açar. Güçlü ve nüfuslu bir adam olan Roland (Charles Berling) ile yaşadığı eşcinsel ilişkiden sonra, Isabelle Huppert ile tanışması Marvin’e şöhret kapısını açar.

Trafik kazasında ölmeden önce Roland, Huppert’ten Marvin’e yardımcı olmasını istemiştir. Hayatını anlatan bir tiyatro oyununda Isabelle Huppert’in başrolü kendisiyle paylaşmayı kabul etmesi, oyunun büyük sükse yapıp iyi eleştiriler almasıyla Marvin büyük bir üne kavuşur.

On yıl aradan onra döndüğü kasabasında ailesinin tepkisiyle karşılaşır. Ailesi, gerçekleri dile getirmesinden, ayıpların ortaya saçılmasından rahatsızdır. Anne Fontaine’in bu başarı öyküsünde genç yetenek Finnegan Oldfield’in yanında tiyatro ve sinema oyuncusu Isabelle Huppert’ın kendisi oynuyor.