‘Tato / Baba’

GalataPerform’da Artur Palyga’dan

Erdoğan MİTRANİ Sanat
17 Ocak 2018 Çarşamba

1971’de doğan Polonyalı yazar Artur Pałyga, Krakov Üniversitesinde Polonya edebiyatıyla

dilbilimi eğitimi aldıktan sonra, tiyatro yazarlığında karar kılmadan önce, şiir ve şarkı yazmış, bir punk rock gurubu yönetmiş, gazetecilik de yapmış.

‘Teodor Sixt’in Vasiyeti’, ‘Yahudi’, ‘Bizim Babamız’ ‘Hamlet’44’ oyunları Polonya’da önemli ödüller almış, Goethe Institut After the Fall programına alınmış olan ‘V(F)ICD-10 Transformacje’ oyunu ile uluslararası ün kazanmış.

2017 sonlarına doğru GalataPerform’da prömiyer yapan, Osman Fırat Baş’ın çevirdiği, Yeşim Özsoy’un yönettiği ‘Tato / Baba’, 2014’de GalataPerform’un Adam Mickiewickz Enstitüsü’yle birlikte gerçekleştirdiği Polonya Yılı Etkinlikleri işbirliğinin önemli bir meyvesi.

Ölmüş olan babanın cenaze töreniyle başlayan ‘Tato’da, babasının ölümünün ardından geçmişi anımsayan Frannio, hikâyesini trajediyle komedi arasında gidip gelen eğlenceli bir dille anlatmakta.

Tematik olarak ‘Tato’, Franz Kafka’nın yaşındayken, babasının yazdığı yaklaşık 50 sayfalık uzun mektubu anımsatıyor. “Çok sevgili baba, geçenlerde bir kez, senden korktuğumu öne sürmemin nedenini sormuştun. Her zaman olduğu gibi, verecek hiçbir cevap bulamadım. Kısmen tam da sana karşı duyduğum bu korku yüzünden, kısmen de bu korkuyu gerekçelendirmek üzere, konuşurken toparlayabileceğimden çok daha fazla ayrıntı gerektiği için…” cümleleriyle başlayan mektubunda Kafka, babasının çocukluğundan beri üstünde kurduğu alaycı ve ürkütücü tahakkümün onu nasıl ezdiğini, nasıl derinden yaralandığını, nasıl hayatını mahvettiğini anlatır.

‘Tato’, Frannio’nun sahnenin merkezine oturtulmuş tabutta yatan ölmüş babasına, benzer bir soru sormasıyla başlayarak zamanda bir yolculuğa çıkacak, doğumundan cenaze gününe süren bu yolculukta, Frannio’nun babasıyla sevgi-nefret, ezme-ezilme ilişkisi üzerinden ailesinin dramatik öyküsünü anlatmasıyla sürecek, finalde fasit daire yine cenazede kendi üzerine kapanacaktır.

Oyunun özgün adı ‘Ojcze nasz / Bizim Babamız’, ‘pater noster’ Katolik duasının Lehçe karşılığı olup, Pałyga, Katolik inancın, acımasız, dediğim dedik, cezalandırıcı tanrısıyla, babaerkil erkek egemen sistemin diktatör maço erkeğini/babayı özdeşleştirmesiyle hınzırca dalga geçmektedir.

Artur Pałyga’nın metni gerçekten çok sağlam ve çok incelikli. Ancak ‘Tato’yu müthiş heyecan verici bir seyirlik yapan, Yeşim Özsoy’un etkileyici sahnelemesi.

Yönetmen Özsoy ve Dramaturg Ferdi Çetin, oğul (Erdem Kaynarca), baba (Onur Gürçay) ve anne (Özge Korkmaz) üçgeninde gelişen öyküye, Yunan tragedyalarındakini aratmayan, Ceren Demirel, Akant Çetin, Serhat Gücüm ve Barkın Sarp’tan oluşan bir koro eklemişler. Dur durak bilmeyen bu benzersiz  koro, ayrıca hem yan karakterlere hem de ‘şeylere’ can vererek, küf, kova, ocak gibi nesnelerin yaşamsal önemini de vurguluyor. Barkın Sarp’ın karpuzu unutulur gibi değil.

Yeşim Özsoy, yaşam ve ölüm mitoslarının babalık kavramıyla iç içe anlatıldığı bu gülünç trajediyi (ya da trajik güldürüyü), çoğu zaman kahkahalarla izlenen, şarkılı (müzik tasarımı, Monika Bulanda) danslı (hareket tasarımı, Tuğçe Tuna Ulugün) epik ve fiziksel tiyatroya da göz kırpan bir karanlık komedi olarak sahneliyor. Esin Çınar’ın tasarladığı dekor ve kostümün katkısı büyük. Ahşap iskelet olarak tasarlanan tabutun kaplama elemanlarının, parçalara bölünerek her sahnenin özetini/mesajını izleyiciye iletmek için kullanılması, sonra da yerine takılması çok parlak bir fikir. Oyun süresince paylaşılan, yaşanmış her an, her duygu her düşünce tabutu tamamladıkça, yaşamla birlikte ölüm de fiilen var olmaya başlıyor. 

Gencecik kadro sahnede harikalar yaratıyor. Basmakalıp klişelerle konuşan, koca baskısının bir kurulu bebeğe, bir otomata çevirdiği annede Özge Korkmaz’la afra tafrasının kapatamadığı zavallılığını gizlerken, her zaman doğru düşündüğünü, her dem haklı olduğunu savunan babanın karşısındakinden çok kendini ikna etme çabasını derinlemesine duyumsatan Onur Gürçay dört dörtlük bir iş çıkarıyorlar. Hem Frannio’yu canlandıran, hem de anlatıcı rolünü üstlenen Erdem Kaynarca ise komik, dokunaklı, kimi zaman kahkahayla güldüren, kimi zamansa gözlerin dolmasına sebep olan müthiş bir oyunculuk sergiliyor. Şu ana kadar izlediklerim arasında olası bir “en iyi oyuncu ödülü”ne en yakın performans.

Biz ‘Tato’yu, yılın son oyunu olarak 30 Aralık 2017 gecesi, müthiş yağmura rağmen dolup taşan bir salonda izledik. Oyun bittiğinde Erdem Kaynarca, çoğunluğu Kadir Has kökenli olan ekibin, o geceki oyunu sabaha karşı vefat etmiş olan hocaları Ayşe Selen anısına oynadıklarını söyleyerek, aramızdan çok erken ayrılmış bu önemli sanatçıyı tekrar rahmetle anmamızı sağladı.

  Çok iyi bir metin; soluk soluğa oynanan, nefes almaksızın izlenen, farklı, yaratıcı tempolu ve etkileyici bir sahneleme. Mutlaka izlenmeli.

20, 27 Ocak ve sezon boyunca GalataPerform’da.

  Moda Sahnesi’nde Marivaux’nun

‘Köleler Adası’

Kırk kadar oyun ve çok sayıda romanla, Pierre Carlet de Chamblain de Marivaux (1688 - 1763), adet ve töre etüdünden duygu çözümlemesine, XVIII. yüzyıl ilk yarısındaki Fransız toplumunun aynası olmuştur. Yaşamı boyunca ikinci planda bir yazar olarak görülen, safsatalı dil kullanımı uçarı ve yüzeysel bulunan Marivaux, XIX. yüzyılın başlarında yeniden keşfedilmiş, düşüncesizlik ve uçarılık olarak görülen ifade tarzının, varlıklı kesimin zarif ‘salon’larının miadını doldurmuş dili olduğu fark edilerek döneminin önemli bir tanığı kabul edilmiştir. 

Eserleri modern tiyatronun oluşumunda önemli bir adım oluşturan Marivaux’nun ‘L’île des esclaves  / Köleler Adası’ adlı tek perdelik oyunu, Iphicrate’la uşağı Arlequin ve Euphrosine ile hizmetçisi Cléanthis’in deniz kazası sonrası bir adaya çıkmalarıyla başlar. Yüz yıl önce isyan etmiş kölelerin yerleştiği bu adanın kanunlarına göre, efendiler uşak, uşaklar da efendi olmak zorundadır. Eski efendilerin boyun eğmek zorunda oldukları aşağılanmaların başında, artık efendi olan eski hizmetkârları tarafından tüm kusurlarının yüzlerine vurulması vardır.

Kanunlara uymak zorunda kalan efendiler, yapmış oldukları hataları fark ederlerken,

efendiliklerinin sefasını süren uşaklara intikamcı davranışları giderek üzücü gelmeye başlar.

Oyun herkesin yerli yerine dönmesiyle sona erer.

‘Köleler Adası’ ilk bakışta bir türler kargaşası gibidir. Antik Yunan’dan karakterler, fırtına, gemi kazası bir tragedyayı haber veriri gibiyse de, duygusal karmaşa, efendilerle uşaklar arasındaki rol değişimleri, Arlequin’in maskaralıkları oyunu sert bir güldürüye çevirir.

Toplumsal acımasızlığı yeren, insanlar arasında eşitlikten, paylaşmanın şart olduğundan söz eden, aşağılanan, hakaret gören, efendilerin şiddetine maruz kalan kölelerin durumunu eleştiren Marivaux’nun derdi antik Yunan’daki kölelerin çektikleri değildir tabii ki.

Güldürü ve karikatür formatında yumuşatsa da, oyunu izleyicisini rahatlatan bir finalle bitirse de, ‘Köleler Adası’nın asıl eleştirel hedefi, çoğu oyunu seyretmekte olan, Afrika, Amerika Fransa üçgeninde ‘abanoz ağacı’ olarak adlandırılan köle ticaretinden küçümsenemeyecek servetler kazanan, varlıklı kesimdir.

Kurulduğundan beri klasiklere çağcıl bir bakış açısı getirerek günümüz seyircisinin beğenisine sunmuş olan Moda Sahnesi’nin yeni prodüksiyonunda yönetmen Kemal Aydoğan ‘Köleler Adası’na çağcıl bir yorumla bakıyor. İşe ciddi bir dramaturji çalışmasıyla girişerek finali değiştirmekle başlamış. Kölelerin efendilerini affetseler bile, artık tekrar köle statüsünü kabullenmeyeceklerinin altını çizerek çok daha çağcıl bir bakış açısı getiriyor. Doğaları icabı iki yüzlü ve çıkarcı olan efendi takımının, pişmanlıklarının ne derece samimi olduğunu belirsiz bırakarak, Marivaux’nun büyük olasılıkla eleştirdiği kesimin şimşeklerini üzerine çekmemek kaygısıyla karakterlerini siyahtan beyaza geçirişini daha inandırıcı kılıyor.

‘Köleler Adası’, Moda Sahnesi’nin bütün oyunlarının sahne tasarımını üstlenen Bengi Bugay’ın ve ışık tasarımını yapan İrfan Vanlı’nın yarattığı, zamanın ve mekânın dışında bir adada geçiyor. Her zaman yaratıcılığına hayran olduğum Bugay, bu kez de dekorun tamamını kâğıttan oluşturmuş. Her zaman sahne tasarımının parçası olarak gördüğü kostümleri de çok başarılı. 

Aydoğan’ın uçuk kaçık, kimi zaman abartılı oyunculuklarla, Fars ve Commedia dell’Arte karışımı sahnelemesinde Ekrem Yücelten ve Buse Kar, efendilerin hem hainliklerini, hem de samimi görünen pişmanlıkların altında yatan, ikiyüzlü çıkar hesabını, sonunda “affettik” derken “sakın haaaa” demeyi de unutmayan Cléanthis’de Aslı İnandık, içinde birikmiş hıncı başarıyla aktarıyorlar. ‘Fırlama’ Arlequin’de bedenini, yüzünü ve sesini kusursuz kullanan  Alper Baytekin ‘Köleler Adası’nın en iyisi. Ada yöneticisi Trivelin’i canlandıran Sedat Küçükay’ın doğal, rahat oyunculuğu dörtlünün abartısına karşın ilginç bir tezat oluşturarak karmaşanını karşısında aklıselimin sakin sesini ustaca veriyor.

Belki de artık çarpıcılığını biraz yitirmiş eleştirel mesajı sebebiyle ‘Köleler Adası’, bence Moda Sahnesi’nin son dönemdeki en ‘hafif’ işlerinden biri.

Ama ne gam. Bol bol güldürüyor ve keyifle izleniyor. Yeniden canlandırılmaya başlayan, tiyatrolarda hafta sonu gündüz oyunları geleneğinin tadı da cabası. 21 ve 28 Ocak Pazar 16.00’da ve sezon boyunca Moda Sahnesi’nde.

Hepinize iyi seyirler dilerim.