Mısır´dan çıkışını hatırla

Sami AJİ Köşe Yazısı
4 Nisan 2018 Çarşamba

Dünya yüzünde, biz Yahudiler kadar Mısır’ı sık sık dile getiren ve anan bir toplumun var olabileceğini sanmıyorum.

Doğduktan hemen sonra, birinci cuma akşamından itibaren bu ülkenin adını duymaya başlarız “…zeher lesiat Misraim…”1 ve o andan itibaren yaşamımızın son gününe kadar, günlük dualarımızda, mutlaka Mısır’a atıf yapılır.

Pesah Bayramında birinci ve ikinci gecelerin Seder’i esnasında okunan Agada ve bu süreçte başta çocuklar olmak üzere, herkese yönelik anlatılan öyküler ve uygulanan geleneklerin tamamı her şeyden evvel bize Mısır’ı hatırlatır. Hele Mısır’a girişimiz ve onu takip eden ilk iki yüzyıllık süre içinde Mısır’daki yaşantımızın hoşluğu, güzelliği ve refahına işaret edildiğinde çoğu zaman içimizde bazı kıpırtılar başlar. 

Böylesine yıkanmış bir beyinle, 2004 yılında, eşimle birlikte sekiz gün sürecek Mısır seyahatine çıktık.

Kulunuz, Lüksor Havaalanına ayak basar basmaz inanamayacağınız bir şekilde tepki vermeye başladı. Sanki yabancı bir ülkede değildik. Etraftaki kişiler hepsi dosttu. Kimle konuşmaya başlasam, önce bana gülümsüyor, ben de lisanını anlamasam bile elimi omuzuna koyuyor, hal hatır soruyordum… Sevgili eşim endişelenmeye başlamıştı…

Bu his gittikçe güçleniyordu. Nitekim Nil Nehrini Assuan’a kadar geçmek üzere gemiye bindikten bir gün sonra Komombo diye bir limana vardık. Geceyi orada gemide geçirecektik. Akşam yemeğini yedik ve biraz hava almak için dışarı çıkmaya karar verdik. Görevliler “aman sakın rıhtımdan ayrılmayın ve içerlere gitmeyin” diye tembihlediler. Ama sevgili eşim ve bendeniz hiç umursamadık bile. Mısır’da yaşayanlardan bize kötülük gelmeyeceğine inanıyorduk. 

Merdivenleri çıkıp rıhtımdan ayrıldık ve karanlık patikada yol almaya başladık. Birdenbire karşımıza ince, uzun boylu sarıklı ve entarili fellah çıkmasın mı? Biraz durakladık. Adam bize gülümseyerek ve çarpık kelimelerle: “Come… Come… Baby camel, good garden …” diyerek onu takip etmemizi istiyordu. Emin olun, tereddütsüz, sevgili eşim, “İl a l’air gentil, suivons le / İyi birine benziyor, peşinden gidelim” dedi ve yola koyulduk.

Birkaç dakika kadar yürüdükten sonra adamcağızın bahçesine geldik ve orada bize yeni doğmuş deve yavrusunu gösterdi. O güne kadar deve yavrusu görmemiştik… Bembeyaz, bu kadar cana yakın ve sizi kendine çeken bir hayvan az bulunur… Cici devecik ile epey hoş vakit geçirdik.

Sonra, bize kuru gıda maddelerini sakladığı yerleri gösterdi. İnanılır gibi değildi; sanki antik Mısır’dan kalma bir nevi mini silo idi ve gıdaları rutubetten korumak için hava dolaşımını sağlamak üzere binlerce yıllık sistemi ve malzemeyi kullanmıştı…

Gezintiye devam ettik. Küçük bir su havuzunun yanında durduk. Bir nevi tahta sapan arasına sıkıştırılmış uzun ve kalınca bir dal havuzun ortasına kadar uzanıyordu. Adam sevgili eşime parmağıyla dalın ucuna dokunmasını söyledi. Basar basmaz, o sırık havalandı; su dolu bir kova belirdi; hafifçe o dalı yana kaydırdıktan sonra kova bir su kanalına boşaldı ve o kanaldan tüm bahçeye yayıldı2. Sanki Antik Mısır’ın sulama sistemini görüyorduk.

Az sonra bahçenin çiçekli kısmına vardık. Bizim fellah bu sefer beyaz bir çiçeği eşime uzattı. Adamı çiçekten bir yaprak koparıp, yaprağı onun elinin avucunda ezmeye başladı ve sonra koklamasını söyledi. Etrafa müthiş güzel bir rayiha yayıldı. Dostumuz “Nile Flower, Nile flower… Old old” diyerek gülümsedi.

Biraz bahçede oturduktan sonra, gemiye dönmek üzere yola koyulduk. Rıhtımın üst noktasına vardık ve orada durduk. Adam daha ileri gidemeyeceğini söylüyordu. Ben çok teşekkür ettim ve çıkarıp 10 dolar vermek istedim… Kesinlikle kabul etmeyeceğini söyledi. Ve elleriyle yedi işaretini yapıp, Fatma, Saliha, Zeliha, Emine… diyerek, çocuklarının ismini saymaya koyuldu. Sevgili eşim hemen atılarak, “Yahu yedi kızı varmış, daha fazla versene” dedi. Ben de 50 dolar çıkarıp uzattım… Adam yine ret etti. Yine çocuklarının ismini saymaya başladı. Sonra derdini anlatmak için: “No money,  no money! Pen! Pen for school…” demez mi? Kızlarına kalem istiyordu. Artık halimizi anlatamam.

Adamcağıza hem el işareti ile ve hem sözlü olarak, “bekle” dedik ve bir koşu gemiye vardık. Arkadaşlar ve gemi personeli bizi görür görmez, “Nerelerdeydiniz? Güvenliklere haber verip sizi aramaya çıkacaktık” dedi.

“Size ne yaptığımızı biraz sonra izah ederim; şimdi bana ne kadar tükenmez ve kurşun kalemleriniz varsa hepsini derhal getirin” diyerek geminin kâtibine gittim. “Çekmecede ne kadar kalem var ise hepsini müsadere ediyorum” dedim.

Süratle 25 kalem toplamıştım. Onları alıp bizi biraz yukarda beklemekte olan fellahımıza verdik. Adamın sevincini görmek lazımdı. Ellerime sarıldı, öptü, “Thank you, thank you!” diye bağırarak uzaklaştı.

Gemiye döndüğümde, herkes çok tehlikeli bir şey yaptığımızı, o adamın bizi kolaylıkla yok edebileceğini vs. söyleyip durdu… Biz ise gayet sakin, “Mısırlılar bize yabancı değillerdir; merak etmeyin” diye cevap vererek onları teskin etmeye çalıştık.  

O geceden sonra artık düşüncem ve hislerim perçinleşti… Biz Mısır’dan çıkmıştık. Bu kesin; ama bizi oradan çıkaran İrade, çıkış olayını daima hatırlamamızı, ancak Mısır’ı da asla unutmamız gerektiğini de sanki biteviye önümüze koyuyor.

İşte size bir Pesah öyküsü. Tek özelliği de kişisel bir hatıranın anlatılmasıdır. 

1 Mısır’dan çıkışı hatırla

2 Bu su kaldıracına “shadoof”da denir.