Wajdi Mouawad Moda Sahnesinde

‘Vaatlerin Kanı’ dörtlemesinin ilk oyunu ‘Littoral / Kıyı’

Erdoğan MİTRANİ Sanat
3 Ekim 2018 Çarşamba

… Tarih var edilirken nasıl hayatta kalınır? Oluştuğumuz kişinin aşırı endişeyle donup kalması nasıl önlenir? İçimizde ölmüş olana rağmen nasıl sağ kalınır? Mezar bulabilmek için insan kendi ölmüş bedenini nasıl taşır?  

 W.Mouawad

 

Sayısız ödül ve unvan sahibi, oyunları dünyanın en önemli tiyatrolarında sahnelenen tiyatro yazarı, oyuncu, yönetmen Wajdi Mouawad 1968’de Lübnan’da doğmuş. Aile iç savaştan kaçmak için 1977’de Fransa’ya, 1983’de de Kanada’ya göç etmiş. 1991’de National Theatre School of Canada’dan mezun olan Mouawad, Montreal’deki Theatre Ô Parleur’ün kurucularından; Montréal’in önemli alternatif tiyatro topluluklarından Théâtre de Quat Sous’nun sanat yönetmenliğini yaptı. 2005’te Fransa’nın saygın Molière Ödülü’nü, “Fransız tiyatro yönetmenlerinin çağcıl yazarlara ilgi göstermedikleri” gerekçesiyle reddetti. Aynı yıl, Montréal’de yeni metinler sahnelemeyi amaçlayan iki tiyatro topluluğu kurdu. 2007’de Ottawa’daki Ulusal Sanat Merkezi Fransız Tiyatrosunun sanat yönetmeni oldu.

Mouawad’ın yaşamıyla oyunları, göçebelik, kimlik arayışı ve kültürel yabancılaşmadan izler taşır: Günümüzde göçmen olan herkes gibi. “Evet, işte gidiyorum” demeye hiç alışamadım. Yıllar boyunca hep takip eden, ona ne denirse yapan kişi oldum. O yüzden bu sürgünlerin üzerimde farklı farklı etkileri oldu. Bana acı çektirdikleri kadar beni özgürleştirdiler. Bu bağımsızlık, hiçbir zaman milliyetçi bir kavram tarafından hapsedilmemiş olmamdan geliyor. Bayraklardan bağımsız, kitlesel kimlik nevrozlarından bağımsız...” 

İstanbul sinema ve tiyatro izleyicisi Mouawad’ı ülkemizde ‘İçimdeki Yangın’ adıyla gösterilen, Denis Villeneuve’ün yönettiği, senaryosunu Mouawad’ın Villeneuve’le birlikte yazdığı ‘Incendies’ (2010) filminden ve filmin esin kaynağı olan, Devlet Tiyatrosunun son yıllardaki en başarılı prodüksiyonlarından ‘Incendies /Yanık’ oyunu ile tanımıştı.

Oyuncu olmak isterken yazarlığa yöneldiğini, yazar kalmak istemesine rağmen, metinlerini sahneleyebilmek için yönetmenlik yapmak zorunda kaldığını söyleyen Wajdi Mouawad yazar-yönetmen-oyuncu olarak nasıl bir deha olduğunu, katıldığı 2017 İstanbul Tiyatro Festivali’nde, bitiminde on dakika süreyle çığlıklarla alkışlanan, seyirciyi ilk anından itibaren içine alarak iki saat boyunca sular seller gibi akan, finali bir cam üzerinde soyut resim enstalasyonuna dönüşen benzersiz tiyatro olayı tek kişilik ‘Seuls’ ile göstermişti.

Mouawad, 1997’de yazdığı ‘Littoral’ adlı oyunu yeniden kurgulayarak, dört ana elementi simgeleyen ‘Le Sang des Promesses / Vaatlerin Kanı’ adlı dörtlemenin başına getirmiş. İlk üç bölüm; ‘Littoral / Kıyı’ (1997) (Su), ‘Incendies / Yangınlar’ (2003) (Ateş) ‘Forêts / Ormanlar’ (2006) (Toprak), çoğunlukla, yaşadıkları yerlerden uzakta, ailevi sırların içinde gömülü kalmış geçmişlerinin peşindeki ana karakterlerin, sonsuzluğun anlamını arayışlarını ya da belleğin önemini vurgular. Tarihin labirentinde kaybolarak giriştikleri, kimi zaman trajik boyutlara ulaşan bu yolculukta aslında “kim” olduklarını öğrenirler. Dörtlemenin final bölümü ‘Ciels / Gökler’ (2009) (Hava) ise diğerlerinin bir antitezi niteliğindedir. Mouawad son oyunda geçmişin dolambaçlı kıvrımlarından vazgeçerek, geleceğe doğru, yaşananlardan daha beterlerini engellemek için koşmayı yeğler. 

Bu teatral quartetin birinci bölümü ‘Littoral’, mevsimin yeni oyunu olarak Moda Sahnesinde, ‘Kıyı’ adıyla sahneleniyor. Kıyı’ Québec’de doğup büyümüş göçmen çocuğu genç Wilfried’in, babasını doğduğu topraklarda gömmek için çıktığı yolculuğun öyküsü... Soğuk ve mesafeli babayı doğru dürüst tanımamış olan genç adam, sabaha karşı çalan telefondan, tam da keyifli bir sevişmede doruğa ulaşırken, babasının öldüğünü öğrenir. Nefret ettikleri İsmail’in cenazesini aile mezarlığına sokmamaya kararlı teyze ve dayılarla uzun bir tartışmanın ardından, Wilfried babasını, doğduğu, gençliğini geçirdiği ülkede toprağa vermeye karar verir. Metinde belirtilmese de, katliamların, iç savaşların harap ettiği, mezarlarında yer kalmayan, bu ıssız ülke Lübnan’dır. Ömür boyu sürmüş olan suskunluğunu dengelercesine dili iyice çözülen ölmüş babanın eşliğinde çıktığı bu uzun yolculuk boyunca, karşılaştığı kendisi gibi yetim yaşıtı gençler, mezar arayışında Wilfried’e yardımcı olmaya çalışırlar. Her birinin kendi öyküsü vardır. Kocası öldüğünden beri ağıt yakan Simone, Oidipus’un, Hamlet’in ve Dostoyevski’nin Budala’sının bu çıldırmış dünyada yansımaları olan Amé, Massi ve Sabbé, ölenlerin anılarını korumak için adlarını telefon rehberlerine işleyen Joséphine, hikâyelerini birbirleriyle paylaştıkça, Wilfried kendini bulmakta, yeniden keşfetmekte, yaşamına yeni bir anlam aramakta ve çocukluğundan beri ona eşlik etmiş hayali arkadaşı Şövalye’den kopmaya hazırlanmaktadır. Önceleri sadece Wilfried’in gördüğü, düş gücünün oyunu bir hayaletken, giderek herkesin fark ettiği bir varlığa, bütün gençlerin ölmüş babasına dönüşen İsmail, canlıların arasında yer almaması gerektiğinden, var oluşu babalık ve ölüm kavramlarına hem somut hem gizemli bir boyut getirmektedir.

Tesadüflerin birleştirdiği bu insanlar, İsmail’e saygın ve makbul bir mezar yeri bulamadan ‘kıyı’ya ulaştığında, ortak bir kararla onu, tüm ölenlerin ve yaşayanların anası, denize teslim etmeye kara verir.

‘Kıyı’nın gülünçle dramatiği benzersiz bir dengede tutan, Mouawad’ın fiilen ölümle dans ettiği çok katmalı metni olağanüstü. Baba-oğul ilişkisini, belleği, yası, ölümle yaşamın anlamını derinlemesine irdelerken, oyunun başlarında karşımıza, ileride iki kez daha göreceğimiz bir film ekibi çıkarıyor. Bu gizemli sahne belki de Wilfried’in öyküsünü değil, Wilfried’in öyküsünü çeken bir yönetmenin öyküsünü izlediğimizi ima eden ilginç bir yabancılaştırmaya efekti. Bu durumda Wilfried’i canlandıran bir oyuncuyu değil, Wilfried’i canlandıran oyuncuyu oynayan bir oyuncuyu izliyor oluruz. Farklı bir görüş de yaşamı bir kurmaca, bir düş olarak algılayarak, gerçekliğin acılarından kaçmaya çalışan Wilfried’in, konuşan ölmüş baba ya da Şövalye için olduğu gibi filmcileri de, kendi gerçekliğine ulaştığında anında oyundan çıkaracağı bir karabasan olarak hayal etmekte olduğu. Kim bilir…

Ayberk Erkay’ın başarılı çevirisi, müthiş metnin hakkını fazlasıyla veren Kemal Aydoğan’ın elinde müthiş bir tiyatro olayına dönüşmüş. Aydoğan’ın güldürüde trajediye ulaşan olağanüstü sahnelemesinde, ciddi konuları, müthiş komik ve eğlenceli bir dille ele alabilen, en çarpıcı ve etkileyici olayları bile keskin bir mizah duygusuyla dengeleyen Mouawad sanki ruh ikizini bulmuş. Ara dahil üç saate yaklaşan oyunu, tempolu bir sahnelemeyle soluk soluğa izleten Aydoğan’a bir artı puan da, metinde değişikliğe gerek görmeden, sadece birkaç etnik ağızla, giysilerdeki çeşitlilikle, farklı lisan kullanımıyla, İsmail’in anavatanını Balkanlardan Yakın Doğuya, tüm iç savaşlarda yıpranmış, yaralanmış, acı çekmiş ülkelere yaymış olması.

İrfan Varlı’nın ışık tasarımıyla desteklenen Bengi Günay’ın sahne tasarımı çok başarılı. Minimal malzeme ile maksimum efekt yaratma ustası Günay, boş ve simsiyah sahnede, kendi tasarladığı giysiler ve yere serilmiş çaputlarla hem inandırıcı hem düşsel bir dünya çiziyor. Kafilenin finalde ulaştığı, hem yalınlığı hem görkemiyle nefes kesici ‘deniz’ ise, tasarımın doruk noktası.  Oyuncularının kendi müziklerini yapıp kendi şarkılarını söylediği (Müzik Direktörü Ulaş Özdemir) ‘Kıyı’nın ekip oyunculuğu dört dörtlük. İlk yarıda değişe değişe yan karakterleri canlandıran beşli çok başarılı. Beşlinin ikinci yarıdaki Simone (Melek Ceylan), Amé (Mert Şişmanlar), Sabbé (Talha Kaya), Massi (Barış Yurtsever) ve Joséphine (Çağla Buldak) yorumlarıysa kolay unutulmayacak cinsten. Bir çocuğun rüyasından çıkma kostümü ve boyalı kılıcıyla Caner Erdem Şövalye, eski BGŞT’li Uluç Esen Wilfried’in antitezi İsmail olarak, çok etkileyici kompozisyonlar çiziyorlar.

Wilfried’i Mouawad onun için yazmışçasına canlandıran Onur Ünsal  olağanüstü. Oyunun bütün yükünü taşıyan, izleyiciyi kahkahalarla güldürürken, anında göz yaşartıcı dramatik bir ana rahatlıkla geçebilen Onur, Wilfried’in adım adım olgunluğa ulaşmasını, kendini bir birey olarak yeniden inşa etmesini kusursuz bir yorumla aktarıyor. Son yıllarda hayran olduğum Hamlet’ini, Onbaşı Asalak’ını, Lysander’ini bile aşan müthiş etkileyici bir oyunculuk.

Birkaç yıldır izlediğim en iyi oyun, kaçırılmayacak bir tiyatro olayı. 4, 5, 6, 7 Ekim ve sezon boyunca Moda Sahnesinde... İyi seyirler dilerim.

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün