Öldür onu. Bize bir ölü lazım. Yoksa bu aile dağılacak. Ölü iken ne güzel anlaşıyorduk, görmedin mi? Kayınço
Şermola Performans, uzunca bir süredir Kürtçe tiyatro yapan iki idealist gencin, Mîrza Metin ve Berfin Zenderlioğlu’nun, “Bir ekip oluşturabilmek, ekibin sanatsal anlayışını ve birikimini inşa etmek ve geçmişteki deneyimlerinin olumsuz yönlerini tekrar yaşamamak için atölye çalışmaları yapmak amacıyla 2008’de kurdukları”, giderek atölye çalışmalarını sahnelemeye başladıkları bir tiyatro. ‘Öteki’ olmadan ‘farklı’ olmanın bir ülkenin kültür mozaiğini nasıl zenginleştirdiğinin bilincindeki İstanbul tiyatro seyircisinin, Türk – Kürt ayırımı yapmaksızın, beğendiği ve izlediği bir topluluk.
Sanatsal uğraş ile işletmeciliği bağdaştıramayan çok sayıda tiyatro gibi, Şermola Performans da bir süre önce yerleşik mekânından ayrılmış. ‘Residence oyun yazarı’ olarak Almanya’dan davet alan Mîrza Metin birkaç aydır çoğunlukla yurt dışında olduğundan tiyatronun işletmesini de yüklenen Berfin Zenderlioğlu’nun yönettiği ‘Balans’, kumbaracı50’de sahnelenmeye başladı.
Topluluğun bütün oyunları gibi, Kürtçe ve Türkçe üst yazılı olarak oynanan ‘Balans’, günümüz İstanbul’unda yaşayan orta halli bir ailenin iç dinamiklerinden yola çıkarak, bireysel ilişkiler ve çıkarlar doğrultusunda ikiyüzlülüğün, riyakârlığın normalleşmesini, bu çıkarların etrafında yeniden kurulan dengelerin, bireyi de aileyi de yozlaştırmasını zekice eleştiriyor. Sahnede bacanak karakterini de üstlenen oyunun yazarı Sami Akgül, Kürt yazarlar tarafından kaleme alınmış ve sahnelenmiş pek çok oyundan farklı olarak, bu evrensel boyutlu öyküyü drama olarak değil, kapkaranlık bir kara komedi olarak kaleme almış. Metinde gönderme yapılan Hitchcock’un kimi filmlerinde olduğu gibi başarılı bir mizah duygusuyla işlenmiş, cinayetlerin gırla gittiği, katillerin (yanlışlıkla!!!) maktul, maktullerin (yanlışlıkla!!!) katil olabildiği, absürde de keyifle göz kırpan çılgın bir güldürü.
Bir oto tamirhanesinde, usta ile, o gün çırak izinli olduğu için eniştesine yardıma(!?) gelen asalak kayınço arasında başlayan kavga, beklenmedik bir şekilde sonuçlanırken, patrondan hâlâ parasını alamamış olan çırağın gelmesi işleri daha da karıştırır. İpin ucu iyice kaçtığında da ustanın karısı geliverir…
Sami Akgül, bir vodvil gibi başlayıp bir bulvar tiyatrosu oyunu gibi gelişen olayları azar azar sertleştirerek, tırnağın ucuyla kazırcasına görünürde mazbut aile bireylerinin içlerindeki ucuzluğu, pisliği yavaş yavaş ortaya çıkaran çok sağlam bir metin yazmış. Zenderlioğlu’nun mizansendeki parlak fikri de bu bakışı başarıyla destekliyor: Oyunun başından itibaren sahneye her giren, emniyet mensuplarının suç mahallinin etrafına çevirdikleri şeritle tamirhaneyi kordon altına almaya başlıyor. Oyunun sonunda da, tek masum karakter çemberi tamamlayıp sahneden çıkarken, tamamen kapatılmış suç mahallinde sadece gerçek suçlular kalıyor.
Yönetmen Berfin’in etkileyici sahnelemesi bununla da yetinmiyor. Geleneksel gölge oyunumuza zekice bir göndermeyle, oyundaki tüm şiddeti sahnenin sağ tarafındaki yarı saydam perdenin arkasında, sadece gölge olarak aksettiriyor (Sahne tasarımı Başak Özdoğan, ışık tasarımı Recep Söğüt).
Etkileyici görselliği dörtdörtlük bir takım oyunculuğu tamamlıyor. Enişte olarak, uzunca bir süredir özlediğimiz, Kürt sinemasının ve tiyatrosunun önemli isimlerinden Nazmi Kırık, kayınço Selim Akgül, çırak Sabahattin Ozan Aslan çok iyiler. Oyunun en heyecan verici keşfi ise, sosyal medya tutkunu ablayı canlandıran benzersiz Özlem Taş.
Çok ciddi bir konuya çok komik bakabilen, iyi yazılmış, iyi yönetilmiş, iyi oynanmış bir oyun. Mutlaka izleyin derim. 17 ve 22 Kasım kumbaracı50, 25 Kasım Moda Sahnesi ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde.
AltKat Sanat Tiyatrosunda ‘kırkbir’
“Zaman dediğin kelebek misali… Hatıralarımız, gün batımında gözden kaybolmaya başlayan büyük ormanlara benziyor. Karanlık çökünce, binlerce ağaçtan geriye sadece görebildiklerimiz kalır. Orada bir orman olduğunu bilirsin, ama göremezsin…”
Yaptıkları üretimlerle ve yenilikçi yaklaşımlarıyla tiyatronun gelişimine katkıda bulunan tiyatro topluluklarına ya da kişilere bu yıl ilk kez verilen, Gülriz Sururi’nin bağışıyla hayata geçirilen Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatro Teşvik Ödülü’ne, ‘Dönüşüm’ adlı oyunlarındaki başarıları ve uzun yıllardır gösterdikleri düzenli, azimli çalışmalarıyla Altkat Sanat Tiyatrosu ile 2019’da yirminci yıllarını kutlayacak olan, bugüne kadar sahneledikleri oyunlar ve bu yılki ‘III. Richard’ oyunundaki başarılarından dolayı Altıdan Sonra Tiyatro / kumbaracı50’yi layık bulunmuştu.
Her iki oyun hakkında izlenimlerimi daha önceki yazılarımda paylaşmıştım. Bu kez,
AltKat Sanat Tiyatrosunda, Harun Güzeloğlu’nun yazdığı, Nevzat Süs’ün sahneye koyduğu ‘Kırkbir’ oyundan söz etmek istiyorum.
Aydınlığın yasaklandığı, gökyüzünün bile karartıldığı yakın bir gelecekteyiz… Bir düş ve varoluş hikâyesidir ‘kırkbir’… Distopik bir evrende günümüzün izlerini bulmaya çalışır. Yok olmanın eşiğinde bir kadının son çığlığıdır; umudu, ülkesi, aşkı ve çocuğu elinden alınmış bir isyan bayrağıdır ateşi. Boyutları ortadan kaldırılmış dünyanın kölesi olarak yaşamayı reddeden, sonuçları ne olursa olsun ayakta yok olmayı tercih eden bir kadının hikâyesidir en çok…
‘Kırkbir’, olağanüstü güzellikte şiirsel bir monolog aslında. Nevzat Süs, yazarının da isteği doğrultusunda, oyunu hiç ışık kullanmadan, tamamen karanlıkta sahneliyor. Müge Saut, oyunun kahramanı kadını, mahkûm edildiği karanlık hücrede çaldığı kibrit kutusundan yaktığı kırk bir kibrit çöpünün aydınlığında canlandırıyor.
Tabii ki tüm şiirselliğine karşın bir o kadar da politik bir metin. Faşizan baskıların insanlığı dibe çektiği karanlık sahnede fiilen somutlaştıkça, kadının yaktığı her kibrit, her şeyini yitirmiş bile olsa, aydınlığa ulaşma mücadelesinin simgesine dönüşüyor.
Metin o kadar etkileyici ki, oyunu soluk soluğa götüren, sesi ve yüzüyle kadını var eden Müge Saut’un müthiş etkileyici performansını bile zaman zaman gölgeleyebiliyor.
Farklı bir Gregor Samsa ve yepyeni bir Anna Frank’ın önceliği sebebiyle geçen sezon da sahnelenmiş olan ‘kırkbir’e ancak arada bir sıra geliyor. İnternette takip edip izleme fırsatı bulursanız kaçırmayın derim.
Ezop Sahne’de ‘Beyaz’
Kocasıyla mutsuz evliliğini sürdüren kız kardeş... Uzun zaman sonra eski kasabasına dönen ablası... Ölüm döşeğindeki annelerinin başında bekleyen iki kız kardeşin bir ömürlük hesaplaşması... ‘Beyaz’ birleştirir bütün renkleri. Çünkü “Şu ölümlü dünyada hiçbir şey önemi değil... Hiçbir şey...”
Fransız romancı, oyuncu, oyun yazarı Emmanuelle Marie (1965 - 2007), ‘Blanc / Beyaz’ oyununu 2004’te yazmış. Oyunda iki kız kardeş uzun bir zamandan sonra annelerinin evinde, yeniden buluşurlar. Anne yan odada son anlarını yaşarken, onlar üç gün üç gece boyunca konuşurlar; konuştukça, derindeki yaralarının, gerçeklerin, uzun zaman önce öldürülmüş mutluluklarının su yüzüne çıkmasına izin verirler. Giderek aralarındaki sarsılmış bağ yeniden oluşur.
Bu kısa özetten de hissedileceği gibi, benzerlerini defalarca izlediğimiz bildik bir konu. Metin de öyle. Etkileyici olmak bir yana, durumlar ve diyaloglar epey klişe sayılabilir. Böyle bir metni izlenir kılmak için çok iyi yönetilmiş iki oyuncu ve parlak modern bir sahneleme gerek kanımca. Ezop Sahne, Derya Alabora ve Deniz Çakır gibi iki önemli oyuncu ve Özen Yula gibi bir yönetmenle bu işin halledileceğini düşünmüş.
Büyük bir yazar ve üst düzey bir yönetmen olan Yula, epey eskimiş duran metni kanımca epey eski tarzda ele almış. Oyuncuların neredeyse kaybolduğu kocaman ve karmaşık bir beyaz dekorda, yüksek sesle ve çok fazla oynanan bir oyun sahnelemiş.
Daha küçük bir sahnede, dekorsuz, neredeyse fısıldayarak oynansa daha etkileyici olacağını düşündüğüm ‘Beyaz’ bu yorumuyla bana heyecan vermedi doğrusu. Tabii ki karar izleyicilerin. Sezon boyunca değişik mekânlarda sahnelenmeye devam edecek.
İyi seyirler dilerim.