Ailesinin tümünü kaybetmişti ama onun hayatta kalması gerekiyordu-2

Geçtiğimiz hafta ilk bölümünü yayınladığımız öykünün bu haftaki ikinci ve son bölümünde Solomon Radasky’nin Holokost’tan kurtuluş öyküsünü ve ardından yaşamını nasıl devam ettirdiğini anlatıyorum.

Sara YANAROCAK Kavram
31 Ekim 2018 Çarşamba

Çarşamba günü Erlich yanıma geldi ve bana “Hemen buradan dışarı çıkmalısın, yoksa yarın geldiğinde, seni ölüme gönderecek” dedi.  Ben, “Buradan nasıl çıkabilirim ki? İkinci katın penceresinden mi atlayayım?” dedim. Yarım saat sonra bir adam oraya geldi ve masanın başına oturdu. “Kim çalışmaya gitmek istiyor?” dedi. Hastanede kalan Polonyalıların işe gitmek ister gibi bir halleri yoktu. Orada rahat rahat oturup, Kızılhaç’ın her gün dağıttığı paketlerden bol bol yemek yerken, yerlerinden kıpırdamak işlerine gelmiyordu. Bu işi istiyordum. Masada oturan adam numaramı sordu ve beni listeye yazmadı. Ona yalvardım. “Dışarı çıkmak istiyorum. Orada arkadaşlarım var. Lütfen beni dışarı yolla” dedim. Bir kâğıt parçasına “Blok 6” yazdı. Kâğıdı aldım ve dışarıya çıktım.

6. Blok’a doğru yürüdüm. İçeri girdim ve oradaki adama kâğıdı gösterdim. Adam, “Bu akşamdan önce seni içeri alamam” dedi. Adam gitti ve akşam o dönene kadar durup bekledim. Diğer bir adam yanıma geldi, “Sen burada yenisin. Nerelisin ve ne iş yaparsın?” sorusuna “Varşovalıyım, eskiden kürk imalatı yapardım” cevabını verdim. Nerede oturduğumu sordu, söyledim. Sonra bir isim sordu, ben de tanıdığımı söyledim. Onun oturduğu yerin adresini tarif ettim. Bizi dinleyen diğer bir adam, inanmazmış gibi onun lakabını sordu. Ben, “Bu adamın sol kulak memesinden aşağı sarkan bir et parçası vardı ve ona Yidişçe ‘tsutsik’ (emzik) derlerdi” dedim. Bunu söyleyince büyük bir parça ekmekle sıcak çorba getirdiler. Bana nerede çalışacağımı sorduklarında elimdeki kâğıt parçasını gösterdim. Hep bir ağızdan “Aman Tanrım, sen orada 8-10 günden daha fazla dayanamazsın” dediler. Gideceğim yer bir kömür madeniymiş.

Burada çalışanların hepsi, en fazla 15 gün içinde krematoryuma (Fırınlar) götürülmüş. Bunları duyduğumda korkmaya başlamıştım. Ama numaramı o işin listesine yazmışlardı bile. Onlara “Yapacak bir şey yok. Eğer bu işe gitmezsem, beni hemen asarlar” deyince “Korkma ve bizimle gel” dediler. Ellerindeki kâğıtla kapoya gittiler. Kaponun göğsünde yeşil bir üçgen arma vardı. Almanlar, hapishanelerden çıkardıkları cani mahkûmları, bizlerin başına patron olarak koymuşlardı. Aramızdaki bazı gençler ‘Kanada’ denilen depoda çalışıyordu. Kanada, kampa yeni getirilen Yahudilerin üzerlerinden çıkan giysileri ve içlerindeki gizli ceplerde buldukları yiyecek ve değerli mücevheratı ayırıyorlardı. Burada çalışan mahkûmlar, bazen hayatlarını riske atarak, bazı değerli parçaları ve yiyecekleri dışarı çıkarırlardı. Bunlar bu kapoya her gün sigara ve salam gibi yiyecekler getirirlerdi. Onun için kapo bizimkilere “tamam” dedi. Arkadaşlarımın sayesinde beni madencilerin listesinden silecekti.

Ertesi sabah beni uyandırdılar, sıralandıkları sıranın orta yerinde bir yere beni koydular. Hep birlikte kapıya doğru yürüdük. Bana emniyette olduğumu söylüyorlardı. Çünkü o kapıdan aynı anda 6 bin mahkûm birden dışarı çıkardı.

Birkenau Kampına kum taşıdık

Kapının hemen yanında, bir ‘Kızlar Orkestrası’ vardı, müzik yaparlardı. Ben neredeyse son mahkûmlar yaklaşana kadar orada durur ve onları mutluluk duygusuyla dinlerdim. O sırada onlar da bana küçük ekmek parçaları ve azıcık çorba verirlerdi. Bir gün arkadaşlarımdan birisi kapo için yeni bir şapka yapabilir miyim diye sordu. Elinde çubuk desenli bir kumaş parçası vardı. Ondan iğne iplik istedim. Bir iple kafa ölçüsünü aldırdım. Şapkayı iki saatte bitirdim. Şapkanın tepesini kalınlaştırmak için, çimento torbasının kâğıdından iki kat kesip kumaşın arasına döşemiştim. Kapo şapkayı çok beğendi. Ondan sonra onun esas adamı oldum. Bana hiçbir zaman vurmadı.

Ben diğerleriyle birlikte tam bir yıl boyunca aynı işte çalıştım. İşimiz kum kazmaktı. Aramızdan on kişi kum ocağında çalışıyordu. Orada küçük bir erkek çocuk vardı. Breslav’lıydı. O, kumların en tepesine çıkar ve bizim için gözcülük ederdi. Her gün koca bir vagonu kumla doldurur, bu vagonu hepimiz birlikte 16 kilometre iterek götürürdük. Bir vagon dolunca 4 kilometre uzaklığa götürür, boşaltır, geri döner, vagonu yine doldurur, boşaltır yine boş vagonla geri dönerdik. Yani gün boyunca 16 kilometre yol kat ederdik.

Günde iki kere Birkenau Kampına kum taşıyorduk. Taşıdığımız kumlarla, Birkenau’daki yakılan cesetlerin küllerini gömerlerdi. Küller açılmış derin çukurlara atılır ve üzeri kumla örtülürdü. Bu işi bir yıl boyunca her gün yaptım.

Fırınlar, krematoryumun bir tarafında dururlardı. Kumlar buraya dökülürdü. Diğer tarafta ise ‘gaz odaları’ vardı. Sonderkommando’lar, külleri ocaklardan küreklerle boşaltırlardı. Sonra onları çok derin çukurlara atarlardı. Biz de üzerlerini kumla kapatırdık.

Ben kampa getirilen mahkûm trenlerini gördüm. Aşağı indirilen, sağa ve sola ayırılan insanları gördüm. Gaz odalarına götürülenleri gördüm. Gerçek duşlarla yıkanmaya götürülenleri gördüm ve gaz duşlarına ölmeye götürülenleri gördüm. Ağustos ve Eylül 1944 aylarında, ölenlerin arasında sıkışan ve ölmemiş çocukları gördüm. Onların tek kol bacaklarından tutularak canlı canlı fırınlara atıldıklarını gördüm.

Bir cumartesi günü çalışırken, etrafımıza baktığında elinde bir tüfekle, bizi izleyen bir Alman askeri gördük. Biz korkudan daha hızlı çalışmaya başladık. Asker, “Yavaş olun, bu gün Şabat gününüzdür” dedi. Macar asıllıydı. Bize, “Saat dörtte barakama gelin. Orada bir çöp kovası var. Çöpleri kaldırın altında 11 parça ekmek parçası bulacaksınız” dedi. İki-üç hafta boyunca bize ekmek verdi. Bize ‘Kanada’dan para bulup getirmemizi istiyordu. Biz de istediğini yapıyorduk. Tüm Yahudi bayramlarını gününde bize söylüyor, haberdar ediyordu. Günün birinde ortadan yok oldu.

Ruslar Almanları, Stalingrad’dan püskürtmüşlerdi. O sırada Lodz Gettosundan çok nakiller vardı. İşte o günlerde minik çocukların diri diri fırınlara atılıp yakıldıklarını görmüştüm. Ardından Macar Yahudilerini getirmeye başlamışlardı.

Bu arada Birkenau Kampında tutuklu olan genç bir Yahudi mahkûm grubu, krematoryumu havaya uçurmayı kafalarına koymuşlardı. Birkenau’da dört krematoryum vardı. Bazı mahkûm genç kızlar silah imalatı yapılan atölyelerde çalışıyordu. Bazıları ise patlayıcı madde bölümündeydi. Bu kızlar dışarıya patlayıcı maddeler kaçırıyorlardı. Yakalandıklarında, ikisini hepimizin gözlerinin önünde idam etmişlerdi. Ardından tekrar işlerimizin başına dönmüştük.

Auschwitz boşaltılıyor

Hayat devam ediyordu. 18 Ocak 1945 tarihine kadar öylece akıp gidiyordu, her gün farklı problemlerle karşılaşıyorduk. Bu gün Auschwitz’in boşaltılmaya başladığı gündü. 18 Ocak’ta kampı terk ettik. Ondan tam dokuz gün sonra kamp tamamen özgürlüğüne kavuşturulmuştu. Aradaki bu sekiz günlük gecikme benim beş ayıma mal oldu.

Biz orayı terk ederken, herkes barakaların dışına çıkarılmıştı. Yola çıkarıldık. Bütün bir gece boyunca Sasnowiec’li bir Rabbi ile birlikte yürümüştüm. Rabbi terzi atölyesi olan 2. Blok’tan geliyordu. Kendisi de erkek terzisiydi. Arkamızda yürüyen ve yere düşenlere ateş ediliyordu. Patlama sesleri kulaklarımızı deliyordu. Ben ve Belçikalı bir genç, Rabbi’yi kaldırıp, iki koluna girdik. İlerlemesine destek oluyorduk. Bir askerin ittiği bir kızak gözümüze çarptı. Askerden onunla Rabbi’yi taşımak için izin istedik. Nasıl olduysa izin verdi. O gece boyunca yaşlı adamı öylece rahat ettirdik. Rabbi kamptayken, sabahları erkenden Blok 2’ye gidip, onunla birlikte ölmüş ailem için Kadiş okurdum. Rabbi ile karlı yollarda ilerlerken, sonunda yolumuz bir çiftliğe vardı. Çiftçiler ahırlarda dinlenmemize izin veriyordu. Sabah tekrar yola koyuluyorduk. Bir tren istasyonuna doğru ilerliyorduk. İki gün içinde bindiğimiz tren bizi Gross-Rosen Kampına götürdü. Ondan sonra Rabbi’yi asla görmedim.

Gross-Rosen gerçek bir cinayet işleme yeriydi. Nöbetçiler etrafta ellerinde taşıdıkları demir sopalarla dolaşırlardı. Bize, “Biz buraya size yardımcı olmak için getirildik. Sayemizde buradan çıkacaksınız” demişlerdi. Bizi 2 bin kişiyle birlikte büyükçe bir barakaya tıkmışlardı. Bütün gün boyunca ayakta durmak zorundaydık. Geceleri ise uyumak haramdı çünkü çok geç saatlerde getirilen yiyecekleri beklemek zorundaydık. Verilen yemek ise ince bir dilim ekmek ile bir maşrapa kahveydi. Artık devamlı olarak öleceğimi düşünüyordum.

Bir gün bizi yeniden trenle yola çıkardılar. Tren birkaç saat ilerliyor, sonra uzun bir süre geri gidiyordu. Yol bitmek bilmiyordu. Bazen inmemize izin verdikleri zaman su yerine kar parçaları yiyorduk. Yanında oğlu da olan bir adam orada aklını yitirdi. Sonunda oğlu onu ensesinden tutarak karların içine fırlatarak onu ölüme terk etti. Trene bindikten üç gün sonra Dachau Toplama Kampına vardık. Orada tifüs barakalarına gönderilmek üzere bir seçme yapıldı. Radom’lu bir arkadaşım vardı. Çok güçlü bir adamdı. Buna rağmen onu tifüs barakasına gönderdiler. Dachau’yu 27 Nisan 1945’te terk ettim. 1 Mayıs’ta artık tamamen hürdüm. Bu günlerin zarfında sürekli tren yolculuğu yapıyorduk. Önce Tutzing’e, sonra Feldafing’e ve en son da Garmish’e vardık. Orada çok yüksek dağlar vardı. Bir gün bizi trenden çıkardılar ve dağın epeyi ilerisine kadar yürüttüler. Sonra Almanlar, makineli tüfeklerle bizi taramaya başladı. Orada yüzlerce kişi can verdi. Biz can havliyle trene doğru geriye koşmaya başladık. Ertesi gün, uçakların bombalar yağdırdıklarını duymaya başladık. Birkaç saat sonra Alman askerleri trenlerin kapılarını yeniden açtılar. Bombaların harap ettiği yerleri temizlemek için bizden yardım istiyorlardı. Önce korktuk ve kıpırdamadık. Bu sefer, “Sen, sen ve sen” dediler. Beni de yakalayıp aşağıya çekmişlerdi. Kendime “Sanıyorum ki bu sefer gerçekten sonum geldi. Bunca yıl her yerden sağlam çıktın, ama ailen yok oldu. Şimdi de senin sonun geldi. Her gün sola doğru dönerek, ailem için Kadiş duasını kim okuyacak?” diyordum.

Bizi dağın eteklerindeki küçük bir kasabaya götürdüler. Oradaki tren istasyonu bombalanmıştı. Bize birer kürek, süpürge ve faraş verdiler. Uzaktan küçük siyah ekmekler satan bir ekmek tezgâhı görmüştüm. Kendi kendime “Ölmeden önce biraz ekmek yiyeceğim” dedim. Artık “Kiduş Aşem”(Tanrı yolunda ölmek) yapmaya hazırdım. Yavaşça ekmeklerin yanına yaklaştım, bir küçük ekmek yürüttüm ve cebime koydum. Sonra ağır ağır yemeye koyuldum. Askerlerden biri bağırdı “İşine dön” diye havladı. Yerimden bile kıpırdamadım ve ekmeğimi yiyip bitirene kadar orada kaldım. Sonunda asker yanıma gelip beni tekmelemeye başladı. Yere düştüm, tekmelemeye devam etti. Sonra kalktım ve yürüdüm. Ekmeğimin hepsini yemiştim. Kafamdan aşağıya kanlar süzülüyordu. Çalışmaya başladım. Dileğimi gerçekleştirmiştim. Attık kesinlikle hayatta kalacağıma inanıyordum.

Kurtuluş

Sabaha karşı 4.00 gibi Tutzing yakınlarında, ana yol üzerindeki yoğun trafiği duymaya başlamıştık. Hep birlikte trenin iki penceresine kümelenerek olanları görmeye çalışıyorduk. Biz Rusları görmeyi umut ederken karşımızda Amerikalıları gördük. İçinde iki asker olan bir cip trenin yanına geldi. Biri çok iyi bir Almanca ile bizim kim olduğumuzu sordu. Biz de temerküz kamplarından geldiğimizi anlattık. Herkes ağlamaya ve bağırmaya başlamıştı. Amerikan askerleri artık özgür olduğumuzu söylüyorlardı. Almanları tutuklamaya başlamışlardı. Tarih 1 Mayıs 1945’ti.

Amerikalılar bizim için pilav pişirmişlerdi. Amerikalı bir asker benim bolca pilav aldığımı görünce yanıma gelip: “Bu pilav oldukça yağlı. Uzun zamandır aç olduğun için bu seni öldürebilir. İshal olursun ve düzelemezsin. Başlangıç olarak sana ekmek vereceğim. Onu tost yap ve ye” dedi. Bizi kantine götürdü. Güneşin altında oturdum. Kendime su kaynattım ve içine şeker katarak onu ağır ağır ve huzurla içtim. Tost dilimlerimi yedim. İki hafta içinde midem ancak kendine geldi ve normal boyutlarına ulaştı. Bize giymemiz için pijama vermişlerdi. Ama ayakkabılarımız yoktu. Bir gün aynı subayı yine gördüm. Yanına giderek, “Bize hürriyetimizi verdiniz ama giyeceklerimiz yok” dedim. Yüzbaşı bize bir kağıt verdi, onunla depoya gittik. Bize iç çamaşırı, pantolon, gömlek, ceket ve ayakkabı verdiler. Sonra öğle yemeğine davet ettiler. Sonra haftalar boyunca orada kaldık. Günde üç öğün yemek yiyorduk.

Feldafing’de sakatlara ayrılmış bir kamp vardı. Oradaki bir sakat adam, benden hastanede yatan yeğenine meyve götürmemi rica etti. Ona sık sık portakal, tereyağı ve ekmek götürdüm. Kendini iyi hissettiği bir gün bana beyaz keten bir pantolon hediye etti. “Sen benim hayatımı kurtardın” dedi.

Almanlardan kalan belediye binasında, duvarlara her gün yeni listeler asılıyordu. Bu listelerde hayatta kalanların isimleri yazılıyordu. Birçok kişi buraya gelip, orada yakın akrabalarının isimlerini arıyorlardı. Bir arkadaşım yanında iki genç kızla birlikte oradaydı. Birini daha önceden tanıyordum. Diğeri ise yeniydi. Adı Sofia idi. Sofia, “Siz kürk işindeydiniz değil mi? Kız arkadaşımın da ailesinin bir kürkçü dükkânı vardı. Daha önce hiç Bursztyn adını duymuş muydun?” diye sordu.

“Evet, onlardan alışveriş yapardım” dedim. Sofia bana Turkheim’a gelip kızla tanışmamı teklif etti. Kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Lodz’lu erkek terzisi olan iki kardeş, bana biri beyaz, biri de gri olan iki ince battaniyeden, iki pantolon ve bir takım elbise diktiler. Arkadaşım ve ben kendimize ait olan her şeyi paketledik sonra ana yola çıkıp bizi Turkheim’a götürecek olan bir araç bekledik. Feldafing’i 1945 yılında terk ettim. Ertesi gün ileride eşim olacak olan Frieda, arkadaşı Sofia’yı ziyarete geldi. Ama kız çok çekingendi, beni görmek için merdivenleri inmek istemedi. Sofia ona, “Pencereye yaklaş ve ona bir göz at” dedi. O da Sofia’nın dediğini yaptı. Sonra ben şöyle anlatıyordum: “Karım pencere aralığından baktı, bir olta attı ve beni yakaladı.”

Evlilik

1946 yılının kasım ayında evlendik. Karım benimle aynı kasabadandı. Damatlık bir takım alabilmek için nişanlım ve arkadaşımdan borçlanmıştım. Nişanlımın gelinliği yoktu. Yolda görüp tanıdığım bir Alman kadının kızından, nişanlımla aynı beden ölçüsüne sahip olduklarından, iki paket Hershey marka çikolata, iki paket sigara ve bir kutu kahve karşılığında gardırobundan bir elbise vermesini istedim. Kız istemese de annenin onayı ile giysi dolabından çok güzel, açık mavi bir elbise seçip aldım. Elbise gerçekten harikuladeydi. Evden çıkarken kız ağlıyordu ama annesi, şefkatle omuzumu okşamıştı. Daha sonra anneyi sokakta yeniden gördüm ve konuştuk ama, ona asla kendi halkının, Yahudilere neler yaptıklarından bahsetmedim.

Biz 11 Kasım 1946’da evlendik. Kasabadaki tüm Yahudiler düğüne davetliydi.  Arkadaşım düğün için ev yapımı balık yemeği, birkaç ördek ve bir kaz satın almıştı. Ayrıca hala ekmeklerimiz ve pastamız da vardı. Bol bol şarkı söyleyip, dans ettik. Düğündeki tek eksiğimiz artık yanımızda olmayan ailelerimizdi. Turkheim’dan, Landsberg’e taşındık. Oğlumuz 13 Mayıs 1948’de dünyaya geldi. Bir gün sonra, 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti kuruldu. 1949 yılında ABD’de New Orleans’a yerleştik. İngilizce konuşamıyordum. Bir kürkçü dükkânına gittim. İş istedim. Bana bir parça kürk verip, dikiş makinesini işaret ettiler. Ben de oturup onu diktim. Sonra elime deriler verip, onları kasnaklamamı istediler. Onu da yaptım. Sonra bıçak alarak kürk ve deri biçtim. Bir süre sonra 50 dolara bir makine aldım ve çalışmaya başladım. Ardından Haspel Brothers firmasıyla anlaştım ve onlara kürk dikmeye başladım.

Artık bir iş adamı olmuştum. Kalkınmaya başladık. Durumumuz düzeldi. İki çocuğumuzu da çok iyi okuttuk. 28 yıl sonra Frieda ve ben ilk olarak tatile çıktık. 1978 yılında İsrail’i ziyaret ettik.

Savaştan önce Varşova’da 375 bin Yahudi yaşardı. Sanırım günümüzde orada 5 bin kişi ya var ya yok. Benim için bu hikâyemi anlatmak son derece önemliydi.