“Tom elinden geldiğince Grace’e yardımcı olmaya çalışıyordu. Tıpkı rüzgarda kendi ağına dolanmış bir örümceğin kendine yardım edebileceği kadar.”
Danimarkalı yazar, yönetmen, sinema kuramcısı Lars Von Trier, 2000’li yılların başında yazıp yönettiği, ‘Amerika, Fırsatlar Ülkesi’ başlıklı bir üçlemeye girişir. İlk iki filmini (2003’te ‘Dogville’, 2005’te ‘Manderlay’) bitirdikten sonra ara verdiği, son bölümü ‘Washington’u belki hiç çekmeyeceği üçleme, hayatı boyunca ABD’ye gitmemiş yaratıcısının ülkenin gerçeklerini bilmediği gerekçesiyle, aslında yüzlerine tutulan aynada gördüklerinden fazlasıyla rahatsız oldukları için, Amerikalı sinema yazarlarınca yerden yere vurulur. Ancak, her iki film, başta Avrupa olmak üzere dünyanın her tarafında müthiş takdir ve beğeniyle karşılanır.
Üçlemenin ilki, 1930’ların Büyük Bunalımı sırasında, Rocky Dağları yakınında, Dogville adlı küçük bir kasabada geçer. Aslında seyirci ne kasaba görür ne de dağ. Çünkü film, tüm mekân sınırlarının tebeşirle yere çizildiği, izleyicinin de oyuncular gibi hiç çıkamayacağı dekorsuz bir stüdyoda geçer.
Mafyadan kaçan Grace’in kasabaya gelmesiyle, dış dünyadan soyutlanmış, kendi halinde yaşayan Dogville halkının düzeni tamamen değişir. Grace’i ilk gören kasabanın sözde filozofu Tom, mahalle sakinlerine bir yabancının mafyadan kaçarak onlara sığındığını belirtip, kabul edilmek için ona şans verilmesini talep eder. Hem mafyanın hem polisin aradığı gizemli bir kadını sahiplenme konusunda temkinli davranmak isteyen kasabalılar, Grace’e iki haftalık deneme süresi verir. Sürenin bitiminde, geçmişinden kaçan bu güzel kadını tanımaya, onun için üzülmeye başlayarak kalmasına izin verirler.
Korumaya aldıkları Grace karşısında ne kadar güçlü olduklarını fark ettiklerinde, aldıkları riskin de verdiği cesaretle gerçek yüzleri ortaya çıkmaya başlayacak, çıkar gözetmezmiş gibi görünen cömertlikleri yerini hayırseverliğin gizlediği tamaha, şefkatli görünümün altında yatan kuşkuya, el açıklığının gölgelediği istismara dönüşecektir. Her türlü açgözlülüğe, küçük düşürmeye, sömürüye, tacize maruz kalan Grace içinse, himaye edilmenin bedelinin ne derece alçalarak ödeneceği söz konusudur…
Versus Tiyatro yapımı ‘Dogville’, topluluğun kurucularından Genel Sanat Yönetmeni Kayhan Berkin’in tiyatroya uyarladığı ve yönettiği, sezonun yeni oyunu olarak sahneleniyor.
Bir söyleşisinde, gençliğinden beri Lars von Trier’in bütün filmlerini severek takip ettiğini belirten Berkin, filmin çekirdeğine ulaşıp kendi uyarlamasını yaptığını, yeni bir Dogville yarattığını düşündüğünü söylemiş. ‘Dogville’inin ayrıksı ve etkileyici yorumunu izleyince Kayhan’a kesinlikle hak verdim.
Sahnelemede, Lars von Trier’in öyküsü, daha tempolu bir anlatım temin etmek amacıyla kimi yerde kısaltılarak aynen kullanılıyor. Asıl amacı Amerika’nın bilinçaltındaki pisliği su yüzüne çıkarmak olan Trier, eline fırsat geçen bir Amerikalının bu fırsatı nasıl acımasızca ve bencilce değerlendirdiğini neredeyse alegorik bir mesele olarak anlatmakta ve öyküsünü Amerikan usulü bir intikam hikâyesi olarak bitirmekteydi. Mekân ve şahısları aynen korusa da Kayhan, olayın ABD boyutunu göreceli olarak geri plana çekip, insanî tarafını öne çıkarıyor. Böylece Dogville halkının fırsatçılığı, elimize geçse bizim de kullanmamızın mümkün olabileceği, çok daha evrensel ve çok daha utanç verici bir boyut kazanıyor. Bu bakış açısı, Dogville’deki ‘iyi insanların dünyası’ ile kanun dışındaki ‘kötü insanların dünyası’nı birbirinin zıttı olarak değil, aynası olarak görüyor. Bu bağlamda Grace’in intikamı da bir katarsise değil, gücün el değiştirmesinin doğal sonucuna dönüşüyor.
Berkin’in parlak biçimsel yorumunda da ilginç farklılıklar var. Trier’in deneysel çalışması,
teatral öğeler kullanarak, sinemasal görselliği en aza indirgeyerek, aykırı ama yine de sinema olan bir çalışmaydı. Kayhan ise, teatral biçeme, canlı video ve kısa film gibi sinemasal öğeler de katarak, farklı, aykırı ama yine de salt tiyatro olan bir iş çıkarıyor.
Önemli bir yapısal fark da Berkin’in filmde olayları hem yaşayan hem de anlatan Grace karakterine yaklaşımında. Henüz izleyiciler yerleşmeye çalışır, geride sıraya dizilmiş oyuncular, oyunun başlamasını beklerken, güncel giysileri içinde Grace, elinde kamera olarak kullandığı telefonu, tüm mekânı ve mekândakileri filme almakta, tepede bir ekrana yansıtarak izletmektedir. Geçmişte yaşananları anımsayan, yorumlayan, kimi can alıcı olayı neredeyse içine girerek filme çekip ekranda izleyicilere aktaran bu Grace, öyküsünü şimdiki zamanda bizlerle paylaşan bugünkü Grace’dir. Yıllar önce kaçıp Dogville’e sığınan Grace’i ise bir başka oyuncu canlandırmaktadır. Böylece, olayların gelişiminde ve sonlanmasında hayati önem taşıyan baba-kızın otomobilde tartışması, hiçbir zaman sahnede göremeyeceğimiz, ama bugünkü Grace’in öyküyü anlatırken bizlerle paylaştığı bir sır olarak, Berkin’în yönettiği bir kısa film formatında oyunda yerini bulmaktaç
‘Dogville’in nefis Poster’ını da yapan Gökhan Kodalak’ın dekor, Yüksel Aymaz’ın ışık ve Meltem Çakmak’in kostüm tasarımları, von Trier’in yaratmış olduğu soyut dünyayı sahneye başarıyla aktarıyor. Görselliği tamamlayan çok önemli bir etken de Joe Conchie’nin çok başarılı ses tasarımı.
Cantürk Çolak, Cenk Doğar, Ece Çeşmioğlu, Esra Yaşar, Güzide Arslan, Gökhan Gürün, Mehmet Yılmaz, Müfit Aytekin, Nihan Aypolat, Olcay Yusufoğlu, Rüzgâr Aksoy ve Şerif Erol’un oyunculuğu dört dörtlük. Büyük küçük rol demeden bir yapbozun parçaları gibi birbirini tamamlayan, her bir elemanın eşit önemde olduğu bir takım oluşturuyorlar. Sahnelemede dekor ve birkaç olmazsa olmaz dışında aksesuar da olmadığından, günlük yaşamın tüm ayrıntılarını oyunculuktaki doğallıklarını gölgelemeden, hiç aksamayan pantomimlerle var ediyorlar.
Uyarlamanın çok ötesinde, çok iyi tasarlanmış, yönetilmiş, oynanmış, farklı, etkileyici bir yorum. Yeni tiyatro mevsiminin en iyilerinden. Mutlaka izleyin. 9, 11 Kasım ve sezon boyunca Uniqİstanbul - Glass Room’da.
Kumbaracı50-Altıdan Sonra Tiyatro ‘Nihayet Makamı’
“Senin hatan. Uçursaydın şarkılarını. Kim dedi sana, kalbinde zapt et diye.”
Kuruluşunun yirminci, dört yeni oyunla girecek olan Altıdan Sonra Tiyatro’nun ilk yenisi, Burçak Çöllü’nün yazıp yönettiği ‘Nihayet Makamı’.
Oyun, 1918’de, yıkılmış imparatorluğun işgal altındaki başkenti İstanbul’da, bir zamanların şöhretli şairesi Şehvâr Hanım’ın yalnız hayatına, hasta olduğunu duyup onu yoklamaya gelen eski hizmetçisi Sabriye’nin yeniden girmesiyle başlar. İzleyici giderek, tül perdelerin arkasındaki bu köhnemiş köşkte eşya ile hemhâl olmuş bir hayalet gibi ortaya çıkan Şehvâr ile, evin eski evlatlığı Sabriye’nin beraberinde getirdiği insanların ve anıların, 1960’lı yıllarda yetmişine merdiven dayamış Sabriye’nin belleğinde son kez karşılaştığını, Sabriye’nin yapayalnız ölmüş olan Şehvâr’ı bu kez anılarında yalnız bırakmayacağını fark eder.
Evin beslemesi, Tütüncüzâde Âtıf Bey’in arabacısının kızı Sabriye, ilk kez çocuk yaştayken karşılaştığı Âtıf Bey’in kızı Sehvâr’a tutkulu bir aşkla bağlıdır. Tenselliği tamamen reddetmese de, bedensel boyutu olmayan bu aşk, eğitimsizliğine rağmen sanata içgüdüsel yatkınlığıyla Sabriye’nin Şehvâr’ın şiirlerine duyduğu tutkudur.
Yazlıktayken komşudan tanbur çalmasını öğrenmiş olan Sabriye, okuma yazması olmamasına karşın bir kez dinler dinlemez ezberlediği Şehvar’ın şiirlerini müziğe olan olağanüstü yeteneğiyle bestelemiştir. Hep içine attığı, kalbinden bir türlü çıkarmadığı bu şarkılar, beyninin içinde susmaksızın yankılanmaktadır artık…
.yetenekli bir müzisyen olarak tanıdığımız, ‘Sevmekten Öldü Desinler’de özgün besteleriyle arabeskin ruhunu başarıyla yansıtan Burçak Çöllü, hem oyunu yazıp yönetmiş hem müziğini bestelerken en zoru, makamî müziği seçmiş. Bununla da yetinmemiş, Sabriye’nin kafasının içindeki müziği devamlı sahneye yansıtan ‘hanende’nin billur gibi sesine (Dolunay Pircioğlu veya Ayşegül Aykaç) ‘sazende’ olarak eşlik etmiş. Hemen belirteyim. Bütün bunların altından büyük başarıyla kalkmış.
Yiğit Sertdemir’in köşkün hem eski görkemini hem şimdiki dökülmüşlüğünü başarıyla var eden dekor tasarımı, İsmail Sağır’ın ışık ve Sinem Öcalır’ın kostüm tasarımları olağanüstü destek oluşturuyor ama, kadın elinden çıkmış bu kadın oyununu benzersiz ve heyecan verici bir teatral deneyime çeviren, Ayşegül Uraz ve Gülhan Kadim’in müthiş oyunculukları.
‘Largo Desolato’dan bu yana hep çok iyi oyuncu olarak karşılaştığımız, ‘He-Go’da fazlasıyla hakkedilmiş bir ödül alan Uraz, fare gibi ayak altında dolanan, silikmiş gibi durup Kurtuluş Savaşına destek olan, iki dünya savaşı ve 1960 ihtilalinde ayakta kalan güçlü Sabriye’de kendini aşıyor. Belleğinde getirdiği tüm karakterlere can verişi de müthiş etkileyici.
Gülhan Kadim, sanki Türk Sanat Müziğinin, Bizans saraylarında doğan, fetihle Osmanlı sarayına geçen, halktan kopuk, ama bir o kadar da bizden bir sanatın yansıması. Köşkünün ya da şiirlerini okuduğu salonların dört duvarı arasında yaşayan, misafirliğe, bir kocadan diğerine, bir aşıktan ötekine kupa arabasının içinde giden Şehvâr’ın dış dünyanın gerçeklerinden soyutlanmışlığına, karakterine ilham veren Şair Nigâr Hanım (1856 - 1918) gibi kültür açısından batılı, yaşam tarzı ve fikir açısından Osmanlı tarafına olağanüstü bir derinlikle ulaşıyor.
Hem mantığın hem gönlün gözüyle izlenen çok başarılı bir iş. Kaçırmayın derim.
9, 10, 30 Kasım, 1 Aralık ve sezon boyunca kumbaracı50’de. 17 Kasım İzmir’de turnede.