Farklı Bir Anne Frank´ın Hatıra Defteri

“Ben öldükten sonra da yaşamak istiyorum.” (Anne Frank)

Erdoğan MİTRANİ Sanat
9 Ocak 2019 Çarşamba

AltKat Sanat’ta farklı bir ‘Anne Frank’ın Hatıra Defteri’

Yahudi Soykırımının simge isimlerinden Anneliese ‘Anne’ Marie Frank, Otto ve Edith Frank’ın ikinci kızı olarak 12 Haziran 1929’da, Frankfurt şehrinde dünyaya gelir. Büyük Buhran’da işleri kötüye giden babası, Nazilerin 1933’te iktidara gelmesinin ardından Amsterdam’a yerleşir, bir süre sonra ailesi de peşinden gelir. Hitler, Hollanda’ya girdiğinde Yahudilere Almanya’daki gibi kısıtlamalar getirilir. Durumların giderek tehlikeli olmaya başladığı 1942 yılında aile yakın dost oldukları dört kişilik bir aile ile beraber, Otto Frank’ın ofis binasının çatı katında bulunan gizli bölmede saklanmaya başlar. Ailelerin ihtiyaçlarını ve dış dünyayla bağlantısını Otto Frank’ın sekreteri Miep Gies sağlamaktadır. İki yıl süren bu hapis hayatı süresince Anne, 13. yaş gününde kendisine hediye edilen günlüğe içini döker. Arkadaşlık kurmak istercesine ‘Kitty’ adını verdiği deftere, her zaman sessiz olunması gereken çatı katında yaşamanın zorluklarını, nefes almak için bile açılamayan pencereleri, ergenliğin getirdiği problemleri, savaş içerisinde olmanın psikolojisini, gelecekle ilgili umutlarını ve hayallerini aktarır. Günlük, yaşadığı şartların olgunlaştırdığı, yaşının ilerisine taşıdığı bir kız çocuğunun inanılmaz kişisel gelişiminin de aynasıdır. Anne bu günlüğü, 4 Ağustos 1944’e kadar, saklandıkları yer kimliği belirlenemeyen bir Hollandalı tarafından ihbar edilip Gestapo tarafından basılıncaya kadar tutar.

Toplama kamplarına gönderilen ailelerden, savaş bittiğinde sadece Otto Frank sağ kalır. Eski sekreteri Miep Gies tarafından kendisine ulaştırılan kızının günlüğünü defalarca okuyan baba Frank, yakın çevresinin baskısıyla yayımlamaya karar verir. ‘Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ yıllar boyunca sayısız baskı yapar, 60 dile çevrilir ve defalarca en çok satanlar listelerine girer.

Tabii ki Broadway ve Holywood böyle bir ‘best seller’in üzerine atılmakta gecikmez. 1955’de Frances Goodrich ve Albert Hackett’in kendilerine Pulitzer Drama Ödülü getiren tiyatro uyarlaması ilk kez sahnelenir. Goodrich ve Hackett, oyunun 1959’da George Stevens tarafından yapılan bol ödüllü sinema uyarlamasının senaryosunu da yazarlar.

Goodrich ve Hackett’in oyunu 1957 ve 1958 yıllarında Devlet Tiyatrosu tarafından önce Ankara’da sonra da İstanbul’da sahnelenir. Cüneyt Gökçer’in sahneye koyduğu, o zamanki eşi Mediha Gökçer’le birlikte Otto ve Edith Frank rollerini üstlendiği, Gülgün Kutlu’nun Anne Frank’ı canlandırdığı prodüksiyon büyük yankı uyandırır. Öyle ki altmış yıldır ‘Anna Frank’ denildiğinde hâlâ ilk akla gelen o çatı katındaki iki yılı anlatan bu oyun olur.

Bu ünlü oyunun yeni bir yorumunu sezon başında AltKat Sanat’ta sahnelenmeye başlanan ‘Anna Frank’ın Hatıra Defteri’nde bekleyenler sanırım epey şaşırmış hatta hayal kırıklığına uğramıştır.

“Yaptıkları üretimlerle ve yenilikçi yaklaşımlarıyla tiyatromuzun gelişimine katkıda bulunan tiyatro topluluklarına ya da kişilere sunulması” kararlaştırılmış olan Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatro Teşvik Ödülü’nün ilk kazananlarından AltKat Sanat’ın bir ‘remake / yeniden yapım’la karşımıza çıkması kanımca şaşırtıcı, hatta gereksiz olurdu.

Müge Saut’un Anne Frank’ın anılarından yola çıkarak uyarlayıp yönettiği oyun, tarihsel bir kıyımı, elbette tarihsel bağlarından koparmadan şimdiki zamana taşıyarak bir yüzleşme sağlamayı amaçlıyor. Alçak gönüllülükle ‘uyarlama’ dese de, Müge Saut, Anne Frank’ın defterindekileri merkezine alarak, Theodor AdornoWolfgang Borchert, Antonin Artaud ve Serol Teber’in metinlerinden yararlanarak, ‘collage’ı aşan, çok katmanlı, dramaturgi ve metin olarak çok güçlü yepyeni bir oyun oluşturmuş. Soyutla somutu, gerçekle gerçeküstünü zekice harmanlayan ‘Anna Frank’ın Hatıra Defteri’, Holokost kurbanı bir buçuk milyon Yahudi çocuğun simgesi Anne Frank’ın duygularının ve sanrılarının üzerinden, geçmişten günümüze hâlâ yaşanmakta olan tüm savaşların, tüm katliamların, tüm soykırımların sert bir eleştirisine ulaşıyor.

Oyun, anılarını yazan Anne Frank (Beyza Candemir) ile başlar. Dış dünyadan gelen bombardıman ve silah seslerinden ürken kız, masasının ardına gizlendiğinde dans adımlarıyla sahneye makyajlı, garip giysili bir üçlü girer (Mustafa Dincir, Aybike Turan, Selver Çavuş). Bir Yunan Tragedyası korosu gibi oyun boyunca Anne’a can yoldaşlığı eden, kimi zaman cesaret vermeye çalışan, kimi zaman korkularını ve acılarını onunla birlikte yaşayan bu üçlü, belki birer iyilik meleği, belki de geçmişten günümüze soykırımlarda katledilmişlerin Anne’a eşlik etmeye gelen ruhlarıdır. Dörtlüye, stilize bir doğum sahnesiyle toprak anayı belki de doğayı temsil eden, Anne’a çaresizce destek olmaya çalışan iki kadın (Özlet Ezgi Çelebi, Müge Saut), bir süre sonra da siyahlar giymiş bir çift (Nevzat Süs, Aydan Cömert) katılır. İpleri (fiilen de) elinde tutan bu son ikili, Nazi kötücüllüğünün yansıması oldukları kadar, bunca acıya umarsız bir tanrının, ya da kadim bir cehennem yaratığının simgesidir. Giderek, mezarı bile olmayan bu ölü çocuğun kulağımıza fısıldamaya çalıştığı barış umudu, bizleri yitip gitmiş toplumsal hafızamızla yüzleşmeye, savaşların ve toplu katliamların hâlâ devam ettiği günümüz gerçeğini fark etmeye zorlar.

Müge Saut, ‘Anna Frank’ın Hatıra Defteri’ni geçen sezon ‘Dönüşüm’de yapmış olduğu gibi, stilize bir  performatif sahnelemeyle ele alıyor. Farklı oyunculuk anlayışı, üçlü koronun çok başarılı ve uyumlu oyuncu – dansçı yorumu ve tüm ekibin kusursuz hareket düzeni ve beden dili kullanımıyla koreografik bir bütünlüğe erişerek, dans tiyatrosuna da zarif bir selam çakıyor. Bedenlerin anlatısını tamamlayan dört dörtlük bir ekip oyunculuğu, yanlış yorumla didaktik bir söyleme dönüşebilecek metni, heyecan verici ve müthiş etkileyici bir tiyatro olayına çeviriyor.

Burada, Cem Yarkın’ın müziğinin ve Alev Topal’ın karanlığı da başarıyla kullanan, ‘kristal gece’ye parlak bir gönderme olan beyaz maskeli sahneye derinlik kazandıran ışık tasarımının çok önemli katkılarını da belirtmek isterim.

Bu farklı ‘Anne Frank’ı çok beğendim. Hararetle tavsiye ederim.11 ve 18 Ocak 20.30, 27 Ocak 18.30’da sahneleniyor.

 

Mam’art - Rebekka Kricheldorf ‘Empatopya’

Sezon başında ‘Özel Kadınlar Listesi’ni biraz değişik bir kadroyla tekrar repertuarına alan mam’art, mevsimin yeni oyunu olarak Rebekka Kricheldorf’un, görünürde kusursuz bir toplumu hicveden ütopya parodisi ‘Homo Empathicus / Empatopya’sını Aralık ortalarından beri sahneliyor.

1974’te Freiburg’da doğan Rebekka Kricheldorf, Batı Dünyası klasiklerinin, masallarının ve mitoslarının günümüzdeki yansımalarını araştıran çoğu ödüllü otuz kadar oyunuyla, Alman komedisini yenileyen en önemli yazar olarak kabul görüyor.

İlk kez 2014’te sahnelenen son oyunu ‘Homo Empathicus / Empatopya’, Aldous Huxley’in ‘Cesur Yeni Dünya’sıyla keyifle dalga geçen hınzır bir güldürü. ‘Empatopya’, sanki Homo Sapiens’in tüm kusurlarınım üstesinden gelindiği bir paralel evrendir. Çağcıl ‘Homo Empathicus’un bir tür düşünsel öz-sansürle yarattığı düzende sosyal statü, rekabet, kıskançlık, saldırganlık, öfke, ayrımcılık, keder yok olmuş, yerlerini eşitlik, sevgi ve varoluşsal bir huzur almıştır. Hiyerarşik olmayan bir tür yoga akışında, birbirine empatiyle yaklaşan bireyler, anlamlı ve kibar sohbetler yapmakta,  her türlü kanı ve inanç tartışılmakta, hepsi de saygıyla kabul görmektedir. ‘Empatopya’da olumsuz duygu ve düşüncelere yer yoktur. Çirkin diye bir kavram olmadığından çirkin sözcüğü de kullanılmaz Ölüm bir son değil, diğer canlılara besin kaynağı olarak hizmet etmek için bir fırsattır.

‘Empatopya’da daha iyi olamayacak kadar iyi hiçbir şey yoktur!

Bebeklerin bile ağlamadığı, asaksüel ve vejetaryen insanların berrak su içip kinoa tartları yiyerek mutlu yaşadığı bu kusursuz toplumun içine, ‘çirkin eski dünya’ kalıntısı iki ‘vahşi’; ayyaş, kavgacı, seks düşkünü bir Adem ile Havva bomba gibi düştüğünde, ‘Empatopya’da tüm değer kavramları alt üst olacak ve toplumsal şiddet ortaya çıkmaya başlayacaktır.

Yapımcılığını Mam’art kurucusu Feri Baycu Güler’in yaptığı ‘Empatopya’yı  Oğuz Utku Güneş yönetiyor. Ses ve müzik tasarımında Vehbi Uyaroğlu’nun, ışık tasarımı, dramaturji ve yönetmen yardımcısı olarak Ayşe Ayter’in büyük katkıları var.

Güneş soyut bir mekânda zaman dışı giysilerle (Dekor Kostüm Makbule Mercan), biraz farklı sözel ve bedensel dil kullanımı gibi küçük ayrıntılarla ütopik distopyayı zekice var ediyor. ‘Sidikli Müzikali’nden beri kalabalık oyuncu kadrolarını her zaman başarıyla yönetmiş olan Oğuz Utku Güneş farklı kuşaklardan gelen, Ali Rıza Kubilay, Aykut Akdere, Ayşegül Tekin, Derya Artemel, Elif Melda Yılmaz, Goncagül Sunar, Hale Akınlı, Melina Özprodomos, Murat Okay, Mustafa Ergüven, Tuğrul Tülek, Onur Öztay ve Volkan Akçaalan’dan oluşan ekipten dört dörtlük bir takım oyunculuğu elde ediyor. Zeki, hınzır, saldırgan bir metin, müthiş başarılı bir sahneleme. Üstelik gerçekten de komik. 14.01 Yunus Emre Kültür Merkezi, 17.01 Kadıköy Halk Eğitim Merkezi, 18.01 artısahne, 23.01 Oyun Atölyesi ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde. Kaçırmayın!

Hepinize iyi seyirler dilerim.

 


Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün