Koffi Kwahulé yeniden Moda Sahnesi’nde
1977’den beri yazmış olduğu 20’yi aşkın oyun dünyanın her tarafında sahnelenerek çok sayıda ödül kazanan, çağımızın en yetenekli yazarlarından, oyuncu, yönetmen, deneme ve oyun yazarı Koffi Kwahulé, 1956’da Fildişi Sahili’nin eski başkenti Abidjan’da doğmuş, Abidjan’da başladığı tiyatro eğitimine Paris’te devam etmiş. Tiyatro konusunda Sorbonne’dan bir doktorası da var.
Kwahulé, ilk metinlerinden itibaren, güncel şiddetin içinden çıkan müzikalitesi, yakıcılığı, caz ezgilerini çağrıştıran aksak ve hummalı ritmiyle alışılmış kuralları paramparça eden kendine has yazın diliyle dikkat çekmiş bir yazar.
Trajik boyuta güldürü üzerinden başarıyla ulaşmayı bilen Kemal Aydoğan’ın yönettiği hem sert hem komik iki oyunu bir süredir Moda Sahnesi repertuarında kapalı gişe sahneleniyor. ‘Blue-s-cat / Arıza’ ikinci sezonunda, ‘Brasserie / Bira Fabrikası’ysa dördüncü sezonunda.
Ekim 2018 ortalarında İstanbul’a gelen Kwahulé, her iki oyunu da izledikten sonra bir söyleşi yapmış, Fransız Kültür Merkezi’nde ‘L’Odeur des Arbres / Ağaçların Kokusu’nun Kemal Aydoğan’ın yönettiği okuma tiyatrosuna izleyici olarak katılmıştı. Bitter çikolata rengi teni, 1.90’ı aşan boyu, boyuyla uyumlu eni ve metinlerinden fışkıran şiddete karşın sakin, rahat ve güleç yüzlü tavrıyla hepimizin sempatisini kazanan Koffi oyunlarını dünyanın birçok yerinde izlediğini, Türkiye’de seyrettiklerini kendisine en yakın bulduğunu büyük içtenlikle ifade etmiş, bu son oyunu da Aydoğan’ın sahneleyeceğinden mutlu olduğunu söylemişti. ‘L’Odeur des Arbres / Ağaçların Kokusu’, böylece Moda Sahnesi repertuarına giren üçüncü Kwahulé metni oldu.
Oyuna geçmeden önce, yazarın tüm metinlerini severek, anlayarak, özümseyerek Türkçeye kazandırmış olan Ezgi Coşkun’dan söz etmek istiyorum. Okuma tiyatrosunu Fransızca üst yazılı izlediğimde metnin farklı bir lisanın tüm incelikleriyle yeniden oluşturulmasının kusursuzluğuna, Kwahulé’nin şiirselliğinin Türkçeye aktarılma başarısına hayran oldum.
‘Ağaçların Kokusu’, Burkina Faso’da, Kwahulé’nin düş gücünden çıkmış bir şehirde, Şain’in (Ebru Saçar), çekip gittikten 21 yıl sonra, haber vermeksizin, tek başına döndüğü. Loropeni’de geçer. Kadının amacı, babasının mezarında saygı duruşunda bulunmak ve eski evinde bir gece geçirdikten sonra gitmektir. Ancak gökte üç atmacanın uçtuğu, ocak ayında hiç yağmayan yağmurun yağdığı, suskun ve hafızasını kaybetmiş Loropeni’de hiçbir yeri tanıyamaz. Kent, büyük bir otoyolla dünyaya bağlanmış, refah seviyesi gelişmiş. Göl kurumuştur. Mezarı ve evi bulamayan Şain, artık Belediye Başkanı olan eski sevgilisi Naaba’dan (Timur Acar), babasının da aynen onun gibi hiç iz bırakmadan çekip gittiğini, tek mirasçı kabul edilen kız kardeşi Zineke’nin (Ezgi Coşkun) de yol yapımı için evi konsorsiyuma sattığını öğrenir. Şain’in, bir yandan kız arkadaşını hamile bırakmışken, diğer yandan da ‘Miss Loropeni’ yarışmasını kazanmayı düşleyen, kendisine Ezgi diye hitap edilmesini isteyen en küçük kardeş Ezekiel’den (Gurur Çiçekoğlu) gerçekleri öğrenmesiyle, olaylar önlenemez bir sona doğru gelişir…
Koffi Kwahulé’nin metni üçüncü dünyadaki kalkınma sorunlarını, globalleşmenin ve çok ulusluların aç gözlülüğünün ‘toplumun faydası için’ ahlakı göz ardı edişini, doğal çevreyi yok edişini, giderek doğal felaketlere yol açışını, zenginleşmenin bedeli olarak insani değerlerin kaybını bir aile trajedisi üzerinden sorguluyor.
Kemal Aydoğan, ‘Ağaçların Kokusu’nu karakter isimlerini koruyarak, ancak güncel kostümler giyen beyaz ırktan oyuncularla sahneliyor. Böylece, aç gözlülüğün, maddeciliğin, vahşi kapitalizmin yöreseli fazlasıyla aşan uluslararası bir olgu olduğunun altı çizilerek metnin evrensel boyutu öne çıkarılıyor.
Bengi Günay’ın belki de son yıllardaki en kalabalık sahne tasarımı, plansız gelişmenin, bilinçsiz ‘kentsel gelişim’in olağanüstü çirkinliğini başarıyla aktarıyor. İrfan Varlı’nın ışık tasarımıyla Deniz Girginel’in video tasarımı, metnin görsel boyutunu tamamlıyor.
Aydoğan, Kwahulé’nin hınzır eleştirisinin kara komedi boyutunu göz ardı etmeksizin, bu son derece sert öyküye, daha ciddi, daha dramatik bir bakışla yaklaşıyor.
Oyuncu yönetimi her zamanki gibi kusursuz. ‘Arıza’nın ardından ikinci kez bir Kwahulé karakteri canlandıran Ezgi Coşkun soğukkanlı ve kendini beğenmiş Zineke olarak çok etkileyici. Çağcıl bir Lady Macbeth gibi etrafını kendi çıkarları için ustaca kullanıyor; iplerini elinde birer kukla gibi oynattığı Naaba’yla Ezekiel’e her istediğini yaptırıyor; ablasının sevgilisini baştan çıkarıp ondan bir çocuk ediniyor; vicdan azabı çekmeden ölümcül suçlar işliyor. Oyun boyunca Naaba’nın çıkarcı sevimsizliğini, gülünç zavallılığını başarıyla aktaran Timur Acar, ‘çocuk’la konuştuğu o kısacık sahneye müthiş bir derinlik katarak, içimizi acıtmayı, neredeyse sempati toplamayı sağlıyor. Bu iki deneyimli oyuncuya rahatlıkla ve dört dörtlük birer performansla ayak uyduran diğer ikisini ben sahnede ilk kez izledim. Bir Western filmi adaletçisi gibi çıkıp gelen, modern bir Antigone gibi ölenin hakkını arayan Şain’de Ebru Saçar çok başarılı. Oyunculuğu bir yana, ‘dans edermiş gibi yürüme’si de müthiş. Diğerlerinden çok daha karmaşık bir kişilik olan Ezekiyel olarak Gurur Çiçekoğlu çok etkileyici. Uçuk kaçık bir yeniyetme mi, yoksa yaşadığı travma mı aklını başından almış? Güzellik kraliçeliği bir fantezi mi, yoksa bilinçaltında cinsel kimliğinin farkında olmadığı bir boyutu mu gizli? Çiçekoğlu bu soruların hepsini izleyiciye sorduran, ve tabii ki canlandırdığı kişilik gibi hiç birini tam olarak cevaplamayan incelikli bir yorumla karşımızda.
Yılın en iyi oyunlarından biri. 2 Mart ve 30 Mart 16.00 - 20.30 ve sezon boyunca Moda Sahnesi’nde. Mutlaka izlenmeli.
Bir Siyah Beyaz ve Renkli yapımı ‘The Treatment / Senaryo’
“Bize hikâyenle geldin. Ama bize bir kez geldin mi senin hikâyen artık bizim de hikâyemiz olur. Çünkü kimsenin hikâyesi tek başına kendine ait değildir”
1956 doğumlu İngiliz tiyatro yazarı Martin Andrew Crimp, 20’nin üzerinde oyun kaleme almış. ‘The Treatment’ adlı oyunu, ilk kez 1993’de sahnelendiğinde ‘John Writing Ödülü’nü almış, yazılışından 25 yıl sonra tekrar aynı başarıyla oynanmış. Siyah Beyaz ve Renkli (SBR) bu oyunu Mehet Birkiye’nin yönetmenliğinde ‘Senaryo’ adıyla sahneliyor.
Kendisini ‘Non-hiyerarşik gösteri örgütlenmesi’ olarak tanımlayan SBR, kurulduğundan bu yana az sayıda, ama her dem ilginç oyunlar sahnelemiş. Bu son çalışmasının özgün ismi ‘The Treatment’ın çift anlamı var: bir yandan senaryonun ilk aşaması ‘tretman’ olarak, diğer yandan da insanî davranışları yönlendirmek olarak kullanılabiliyor. Medyanın gerçeklikleri çarpıtmasının keskin eleştirisiyle karabasana benzer New York yaşamını harmanlayan oyun, adının her iki anlamını da yansıtıyor.
‘Senaryo’, New York’ta, bir film yapım şirketinin bürosunda başladığında, evli iki yönetici, Jennifer ve Andrew, kendisini bağlayıp ağzını tıkayan tehditkâr bir erkek tarafından, adamın anlattıklarını dinlemeye zorlandığını ayrıntılı olarak anlatan Anne adlı bir genç kadını dinlemektedir. Anne’ın gerçekten yaşamış olduğu bu deneyimin, öykü olarak potansiyelini fark eden Jennifer ve Andrew hikâyeyi hemen sahiplenerek, bir ‘Shakespeare öğesi’ katmak için bir dönem ünlü olmuş, ama artık unutulmaya yüz tutmuş bir oyun yazarıyla anlaşırlar, parasal getiriyi garantilemek için de projeye bir ünlü oyuncu katarlar.
Andrew tarafından baştan çıkarılması, oyun yazarının öyküye kendi röntgencilik temalarını katmak istemesi, işkencecisi de olan kocası Simon’un olaylara karışması sonucunda gerçek öyküsüyle Anne giderek elden çıkarılabilir bir nesneye dönüşürken, onu canlandıracak oyuncu ‘Anne”den daha fazla Anne’ olarak kabul görür…
Oyun boyunca Amerikan Film Endüstrisinde “gerçek bir hikâyeye dayanmaktadır” diye pazarlanan öykülerin gerçeklerden, karmaşıklıktan ve güvenilirlikten arındırılarak, para ve güç sahibi olanların zevkine uygun şekilde sahteleştirildiği, yaşam hakkının sömürülmeye yatkın mal, insanların ürün, filmlerin para olarak görüldüğü giderek belirginleşir.
Ancak Crimp, önce kişiliği çiğneyen, sonra da tükürüp atan vahşi kapitalizmi hicvetmekle yetinmez, Paul Auster gibi romancıların da yapmış olduğu gibi New York’un pırıltılı görüntüsünün altında yatan acımasız gerçek dışılığa da odaklanır. Onun Manhattan’ı kör taksi şoförlerinin araba sürdüğü bir tımarhane, şiddetin en beklenmedik anda ortaya çıkabileceği tehlikeli bir bölgedir.
Mehmet Birkiye, ‘Senaryo’yu sahnelerken, Cihan Aşar’ın dekor, İpek Kent’in görsel, Emir Uğurçağ’ın ışık tasarımlarının ve Şerif Karasu’nun illustrasyonlarının desteğiyle New York kâbusunu sahneye başarıyla aktarır. Sahnesi ya da repliği olmayan oyuncuların devamlı tamamladığı, fondaki ve yan panolardaki graffitiler, metro, korna ve oto alarmı sesleriyle birleşerek yaşayan, durmaksızın değişen bir kent fonu oluşturur.
Birkiye, absürde de göz kırpan kara komedi olarak yönettiği ‘Senaryo’da, örnek alınacak bir takım oyunculuğu oluşturmuş. İmer Özgün’ün mağdur ve gizemli Anne yorumu çok inandırıcı. Çağrı Şensoy’la Güneş Sayın, kendi duygusal kısırlıklarını gizlemek için başkalarının hisleriyle beslenen Jennifer ve Andrew olarak başarılı. Anne’ın öyküsünün esin kaynağı Simon’un duygusallıkla sevecenlik, saldırganlıkla kabalık arasında gidiş gelişli karmaşık kişiliğine Cem Özeren parlak bir yorum getiriyor. Aktörde Salih Bademci, yazarda Nişan Şirinyan’la, çok sayıda yan karakteri canlandıran Tuğçe Yolcu çok iyiler. Bademci’nin bir başlık, bir çift güneş gözlüğü ve müthiş beden diliyle var ettiği kör taksi şoförüyse unutulur gibi değil.
Çok ilginç bir metnin çok başarılı sahnelenmesi. Sezon boyunca sahnelerde. Kaçırmayın derim. Hepinize iyi seyirler.