Türk ve İsrailli bilim insanlarının ortak projesi

Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zehra Sayers’in kurucu üyeleri arasında bulunduğu SESAME adındaki teknoloji laboratuvarı, Ortadoğu’da siyasi uyuşmazlık içinde olan ülkelerden bilim insanlarını aynı çatı altında topladı.

Zehra ÇENGİL Yaşam
3 Nisan 2019 Çarşamba

Sayers, ABD’nin ‘Bilimde Diplomasi Ödülü’nü Washington’da alarak Türk bilim camiasına büyük bir gurur yaşattı. Başarılı bilim insanı Sayers ile SESAME’nin kuruluş aşaması ve üye ülkelerin bilim ve politikaya bakışlarının yanı sıra Türkiye’deki eğitim sistemi ve beyin göçünü konuştuk. 

SESAME (Ortadoğu’daki Sinkrotron Işığı Deneysel Bilim ve Uygulamaları) laboratuvarını kurarak, Ortadoğu’da siyasi uyuşmazlığı olan ülkelerden bilim insanlarını bir araya getirdiniz ve ABD Bilimde İlerleme Derneği tarafından ‘Bilimde Diplomasi Ödülü’ne layık görüldünüz. Neler hissediyorsunuz?

Çok mutluyum, bu ödül beni çok onurlandırdı ve gururlandırdı. Burada esas beni mutlu eden SESAME konusunun, bu laboratuvarın ön plana çıkması ve hakkında konuşulması. İnsanların bu konuda bilgi edinmesi ve bu bilginin yaygınlaşması. Çünkü çok insan SESAME’yi bilmiyor. Ondan faydalanacak bilim insanları da bilmiyor. Ülkemizde de bilmeyen çok var. Toplum tarafından farkında olunması açısından çok önemli bu ödül.  Ödülü alırken çok heyecanlandım. Bu kadar heyecanlanacağımı tahmin etmiyordum.  Bu projenin kurulmasında önemli rol oynayan beş arkadaşız. Onlarla bu mutluluğu paylaştık. Podyumda beşimiz ödülü alırken, bu güzelliği paylaştığımızı hissettim.

 

“UNESCO BİZE SAYGINLIK KAZANDIRDI”

SESAME’de kaç kişi çalışıyor? Kurucu üye olmanız süreci nasıl oldu?

Şu an resmen SESAME çalışanı olarak 50 kişi civarındayız. Kuruluş süreci benden önce başlamıştı, 90’ların sonuna doğru CERN’de çalışan -ki her zaman bizim için örnek oldu- bazı bilim insanları, özellikle Ortadoğu’dan gelenler, CERN gibi bir kuruluşun Ortadoğu’da da olabileceğini düşünmeye başlamış. Birkaç kritik faktör var, bu bilim insanları düşüncelerini UNESCO’ya götürmüş. Bence bu çok önemli. UNESCO gibi bir kuruluş bunun olabileceğine inandıktan sonra başkalarını da ikna etmek daha kolay olmuş ve bir saygınlık kazandırmış bana kalırsa. İkincisi, ilk bu işin başını çeken kişiler Herman Winick ve Gus Voss yani iki akseleratör fizikçisi Almanya’da kapatılmakta olan bir sinkrotronun Ortadoğu’ya hibe edilebileceğini önermişler. Zaten var olan bir şey parçalara ayrılıp tekrar orada kurulursa üzerinde çalışılacak bir odak noktasının oluşturulacağını belirtmişler. Ben iki sene sonra işin içine girdim. Konuyu dergilerden okumuştum. İkinci el sinkrotron gidecek, kim çalışacak diye düşünüyordum ama sonra olabileceğini anladım. 

Sizin yolunuz SESAME ile nasıl kesişti?

Herman Winick ve Türk bilim insanı Ercan Alp bana e-posta atıp tanışmak istediklerini belirtti, ben ise görmezden geliyordum. En sonunda patronumu buldular ve bu vesileyle buluştum. Hamburg’da bir yemek yedik. Bana eğitim programını başlattıklarını, Ortadoğu’daki gençleri eğitilmek üzere seçtiklerini, Avrupa ve Amerika’ya eğitilmek üzere birçok genç bilim insanı gönderdiklerini anlattılar. Ayrıca “Almanya’nın bağışladığı aletleri kullanacağız fakat ana cihazı yeniden yapacağız” diyerek beni ikna ettiler.

 

“SESAME’DE İLK KURAL: POLİTİKAYI KAPININ DIŞINDA BIRAKIYORUZ”

Türkiye, İran, İsrail, Filistin Yönetimi, Güney Kıbrıs Yönetimi, Ürdün, Mısır, Pakistan üye ülkeler olarak oluşumda yer alıyor. Çalışmalar sırasında politik zorlukları/ ayrılıkları aşma konusunda sıkıntınız oldu mu?

Şahsen olmadı. SESAME’nin idari sisteminde bir SESAME Konseyi var. Bütün bu söylediğiniz ülkelerden temsilciler bir masa etrafında oturarak hem bütçeyi tartışıyor, hem laboratuvarın geleceğini... Bazen gerginlikler olabiliyor ama SESAME’de şöyle bir ana kural var: ‘Politikayı kapının dışında bırakıyoruz.’ Aramızda uluslararası bilim kuruluşlarında çalışma tecrübesine sahip insanlar olduğu için, onlar bu işi diplomatik olarak nasıl yönetebileceklerine dikkat ediyorlar. Bu sayede bazen gerilen ortamlar kolaylıkla aşılabiliyor. Bilim insanları hiçbir zaman karşılıklı reddetme yaşamıyor. Sadece bir kez Filistinli çok iyi bir bilim kadını, “Bu projeye asla girmem” dedi.

SESAME projesinin amacı, insanlar arasında bilim aracılığıyla köprüler kurmak ve Ortadoğu’nun kaderini değiştirmek. Bu yoldaki ivmenizi nasıl değerlendirirsiniz?

SESAME’nin amacı aslında iyi bilim yapmak. Biz, çalışanlar olarak, bilimin kalitesini yüksek tutmaya çalışıyoruz. Yüksek kalitede bilim yapılırsa, insanlar arasındaki ilişkiler de gelişecektir diye düşünüyoruz. Saygınlık kazanması için bilimin iyi olması gerekiyor. Bunun siyasete dökülmesi uzun vadeli ve tek bir laboratuvarın başarabileceği bir şey değil. Ancak bir sembol olabilir. Şu ana kadar gelinen aşama harika. SESAME’de politik zorluklardan ziyade mali zorluklar oldu. Bu noktaya gelmesi mucize gibi. İlk deneyler yapılıyor, sonuçlar çıkmaya başlıyor. Böylece insanların ilgisi de artacak. Daha farklı ülkelerin de üye olmasını istiyoruz. Hem maddi açıdan, hem de çeşitliliği arttırmak açısından iyi olacak.

Şu anda destekleri nasıl ediniyorsunuz?

Üye ülkeler her yıl aidat ödüyor, belli bir katılım payları var. CERN’de olduğu gibi... Bunun dışında AB’den projeler vasıtasıyla para gelebiliyor. İtalya’nın da katkıları oldu. Bazı vakıflar da katkıda bulunabiliyor. Bir de hoş bir programımız var; American Physical Society başlattı. Bütün fizik derneklerinden ufak SESAME katkısı ayrılması isteniyor. Bunu da gençlerin konferanslara katılması için kullanıyoruz.

Sinkrotron ışınımı hangi konularda araştırmalar yapılmasına olanak sağlıyor?

Aslında çok ilginç bir ışınım. Çok kuvvetli bir beyaz ışık diye düşünebilirsiniz. Bir sinkrotron laboratuvarı da çok çok büyük bir mikroskop gibi. Bu ışığı kullanarak malzemenin yapısını anlamak ve onun görüntülemesini yapmak mümkün. Bu yüzden de çok farklı alanlara hitap edebiliyor. Biyo malzeme olabilir, arkeolojik malzeme, yarı iletken teknolojisinde kullanılabilir, çimento olabilir... Bu malzemenin yapısını hem atom düzeyinde inceleyebiliyorsunuz hem de daha büyük ölçeklerde. O yüzden orada bir arkeolog, bir doktor, bir malzeme bilimci, inşaat mühendisi, kimyager, ilaç tasarımcısı hepsi bir arada aynı deneysel ortamı paylaşarak çalışabilirler.

 

“ANNEMLE BİLİM VE HAYAT KONUSUNDA ÇOK ALIŞVERİŞİMİZ OLDU”

İstanbul Üniversitesinde fizyoloji profesörü olan bir anne Nuran Gökhan ve onun dünya çapında başarılar kazanan, benzer mesleği icra eden kızı Zehra Sayers. Hayatını bilime adamak sizlerde genetik mi?

Biz hayatımızı bilime adadığımızı pek düşünmedik. Annem memlekete hizmete kendisini adadığını düşünüyordu bir üniversite öğretmeni olarak. Ben hoşuma giden şeyleri yaptım, daha şımarık bir nesilden geliyorum. Bu da bilim oldu. Sevdiğim projelerde oldum. Çocukluğumda da belirsizliklerden hoşlanmayan bir insandım. Herhalde pozitif bilim okursam her şeyin cevabını bulabilirim diye düşündüm. Fizik okumaya karar verdim. Fakat biyolojiye de çok ilgim olduğunu fark ettim. Annem de İstanbul Üniversitesinde biyofizik programını kuranlardan birisiydi.  Onunla da çok konuşuyorduk. Çok yakındık ve bilimsel olarak da ona çok sorular sorardım. Bayağı bir alışverişimiz olurdu bilim konusunda da, hayat konusunda da. Onun da çok yönlendirmesi oldu.

Türkiye’de biyofizik ve moleküler biyoloji konusunda çalışmaları ne düzeyde görüyorsunuz?

Moleküler biyolojinin oldukça ilerlediğini düşünüyorum, biyofizik de gelişiyor bence. Bu gelişmeler biyomedikal ve nörofizyoloji alanında da gerçekleşiyor. Aslında çok değerli araştırmacılar olduğunu ve iyi çalışmalar yapıldığını düşünüyorum. Bazen “Acaba neden yemeği pişirmek için bir sürü malzememiz var da onları olabileceği kadar iyi bir şekilde bir araya koyamıyoruz?” diye soruyorum. Cevabını tam olarak bulabilmiş değilim.

 Bir kadın olarak bilim insanı olmanın zorluklarını hiç yaşadınız mı?

Bu soruya hep hayal kırıklığı uyandıran bir cevap veriyorum: Ben hiç yaşamadım. Belki annemden kaynaklanıyordur. Teyzem de hekimdi. Bizim ailemizde kadınlar her zaman çalışıyordu. Zaman zaman ailenin tek kazancının onlardan geldiği de oluyordu. Kadın olmanın dezavantaj olabileceğini düşünmedim. İngiltere’de doktoramı bitirmeden iş arıyordum ve o zaman hamileydim. Bir-iki kişi bana sordu “Çocuğun olduktan sonra çalışır mısın?” diye, soranlardan biri bana iş verdi sonrasında. Bir de Almanya’da çalışmaya gittiğimde “Bu laboratuvarda herkes erkek” demişlerdi, oradaki ilk kadın bilim insanı bendim. Herkes “Rahatsız olmayacak mısın?” dedi, ben de “Bilakis hoşuma gider” dedim. Aileden aldığım terbiyede “Kendine acımayacaksın” düşüncesi zaten vardı. Güçlü kadın mesajı ile büyüdüm.

Türkiye’deki üniversiteleri dünya sıralamasında çok yukarılarda göremiyoruz. Sizce bunun sebebi nedir, çözümü için ne yapmak gerekir?

Bir söyleşi daha yapacağız (Gülüyor). Bana kalırsa sadece üniversitede değil, üniversiteye gelene kadarki eğitimde de yapılması gereken çok şey var. Öğrenciler üniversiteye geldikleri zaman soru sormayı bilmiyor, fikirlerini açıklamakta zorluk çekiyorlar, yazmakta, eleştirel düşüncede zorluk çekiyorlar. Bütün bunlar düşünmemiz gereken şeyler. Üniversiteden önceki eğitim sisteminde de bir sürü iyileştirme yapmamız gerekiyor. Belki bir yuva falan açmalı diye düşünüyorum. Şu an epey bir girişim var, aileler artık fark edip bir şeyler yapmaya çalışıyorlar.

Günümüzde gençler doğru bölümleri seçmekte zorlanıyor. Mesela ben Marmara Gazetecilik mezunuyum ve sınıf arkadaşlarımın birçoğu şu anda bambaşka meslekleri icra ediyor. Kendiniz için en doğru olanı nasıl seçersiniz ve ailelere burada nasıl bir görev düşüyor?

Bence ailelere düşen görev, çocuklarının ne istediğini anlamaya çalışıp onları desteklemek. Onları yönlendirmeye çalışacaklarsa, çocuklarını gönüllerinde yatan alanda desteklemeliler. Sabancı Üniversitesi Türkiye’de öğrencilere bu seçim hakkını veren tek üniversite. Günümüzde çocuklar bir sürü şeyi yapabiliyor ve seçmeleri zor oluyor. İnsanlar liseden sonra bir sene ara bile verebilir, tamamen başka bir şey yapıp sonra karar verebilirler.

Anne karnındayken çocuktaki genetiklere müdahale edilmesini doğru buluyor musunuz?

Teknolojinin ilerlemesi her alanda çok hızlı. Ben buna düzgün veya uygun bir şekilde ayak uydurabildiğimizi düşünmüyorum. Bu konular enine boyuna tartılmalı ve çok hızlı hareket edilmemeli. Toplumu bu konuda bilinçlendirmek çok önemli. Bilim insanı olarak ben de biliyorum ki bir şeyi çok merak edersem yaparım. Dolayısıyla bunları %100 önlemenin imkânı olduğunu zannetmiyorum. Hem pozitif hem negatif yanları olan bir konu. İnsanlar bilinçlendikçe birbirine bakarak düşünecekler, geniş perspektifte görecek ve yalnızca kendi meraklarının dürtüsüyle davranmayacaklar. Hem üniversitede derslerde, hem daha yüksek komisyonlar, bilim akademilerinde tartışılarak bu konular sürekli gündemde tutulmalı.

Türkiye’de son yıllarda genç nüfusta çok fazla beyin göçü gerçekleşiyor. Bunu durdurmak nasıl mümkün olabilir?

Bunu durdurmak için Kanada örneğine bakabiliriz. Birkaç yıl önce Kanada’ya beyin göçü sağlanması için çok ciddi bir plan yapıldı. Bunu gerçekleştirmek üzere yeni pozisyonları desteklemek için bilime ayrılan bütçe 4 milyar Kanada Dolarına çıkarıldı. Başarılı da oldular. Türkiye için de yapılabilir ama bu planın gerçekçi, uzun vadeli olması gerek. Bunu bir politika edinip yapmaya çalışırsak olabilir.

Türkiye’de böyle bir bilim politikası olduğunu düşünüyor musunuz?

Hayır. Türkiye’de bazı ciddi girişimler var ama bunu uzun soluklu bir şekilde yapabilmek için bunun sadece bir bilim politikası değil, bu tarz düşüncenin Türkiye’nin politikasının içine entegre olması lazım.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Genç nesillerin SESAME’yi alıp götürmesini diliyorum. Umarım onlar meşaleyi ileri taşıyacaklardır. İkincisi başka ülkeleri de SESAME’ye davet ediyoruz. Üçüncüsü de genel olarak bu projede İsrail ve Türkiye çok yakın çalıştı ve başı çektiler. Çok ciddi bir darboğaza geldiğimizde İsrail’den bir teklif geldi, beş ülke bir araya gelip her yıl ödedikleri aidatın dışında beş yıl süreyle yılda 1 milyon dolar gönüllü bir ekstra katkı öderlerse bu devreyi atlatabiliriz önerisinde bulunuldu. Türkiye buna katılan ilk ülkelerden biri oldu Ürdün’le beraber. Ve beş ülkeden sadece üçü bunu gerçekleştirebildi. Türkiye, Ürdün, İsrail’in yaptıkları olmasa laboratuvar kolay kolay açılamazdı. Bu da bazen gergin olan politik ilişkilere rağmen, aslında ülkelerin birlikte çalışabileceklerini gösteriyor.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün