M. Bahadırhan Dinçaslan (*)
Başlıktaki tabir İskender Öksüz’e ait: Yahudi’yse kötüdür demek yetmiyor, kötüyse Yahudi’dir. Antisemitizmin argümanları ülkemizde hiçbir ayıplanmaya uğramadan itibar görmeye devam ederken, Yahudiler hakkındaki rivayetler, dünyayı Yahudilerin yönettiğini iştahlı iştahlı anlatan kitaplar, yazılar, belgeseller başlı başına bir endüstri yaratmış durumda. Ortalama bir kitapevinin siyaset-güncel tabelalı raflarına bakınca, Yahudilerin karanlık mahfillerde karıştırdıkları gizli planlardan bahseden onlarca kitap görülüyor. Bunlar o kadar ileri giderler ki, kurguladıkları fikriyatın kötü gördüğü herkes Yahudi’dir, hiç yoksa Yahudilikten dönmüştür. Kötü olanın Yahudi olmaması düşünülemez, üstelik neyin kötü olduğu da bu komploların müellifleri tarafından çok gizli bilgilere dayanarak tespit edilir ve en başta bu ‘kötü’ tarifini tartışalım diye gelecek bir argüman da, Yahudi argümanıdır. Dünyayı Yahudiler yönetiyordur ve kesinlikle uyanmalıyızdır.
“Bizim Yahudi’miz yok”
Pekâlâ, bu komplo teorilerinin işlevi nedir? Öyle ya, bu komplo teorileri bir şeye hizmet ediyor olmalı. Sırf kurgunun ve hayal gücünün etkileyiciliği nedeniyle itibar ve ilgi görüyor olsalar, bu kitapları fantastik edebiyat raflarından alıyor olurduk. Herhalde Yahudiler hakkındaki komploların işlevi hakkında en güzel fikri, Kamuran Gürün’ün ‘Savaşan Dünya ve Türkiye’ eserinde alıntıladığı bir Von Papen anısı veriyor. Savaş öncesi Almanya’sının Dışişleri Bakanı Von Papen, Japonya’dan gelen bir heyete “Nasyonal Sosyalizmin yarattığı Almanya” temalı bir turne tertip eder. Japon heyet Nasyonal Sosyalizmi çok beğenmiştir, bunu Von Papen’e de ifade ederler. Von Papen, aynını Japonya’da kurmalarını salık verince, Japon heyetin cevabı ilginçtir: “Bizim Yahudi’miz yok.”
Komplo teorilerinin, tabii, sosyal ve siyasi işlevlerinden önce bireysel işlevleri var. Geriye dönük algı önyargısı (hindsight bias) ve örüntü tanıma özelliği (pattern recognition) komplo teorilerini kurgulamamızı sağlayan ‘donanım’ özelliklerimiz. Bunu yanında, bir grup şuuru tesisi adına, aynı ‘gizli bilgi’yi paylaşan bireyler olmamız, bağlar oluşturmamızı sağlıyor. Belirsizlikten kaçınma içgüdümüz de, bilgisizliğimiz nedeniyle açıklayamadığımız olayları, seçtiğimiz örüntülere göre kurgusal bir şekilde açıklamamıza neden oluyor: Bu sayede kendimizi rahatlatıyoruz. Bir tarihsel olayın nasıl ortaya çıktığını anlamak ve anlatmak çok karmaşık bir iş: Yüzlerce parametreye ve malumata hakim olmamız gerekiyor. Ancak bir doğaüstü etkiyle bu olayı açıkladığımızda, açıklama ihtiyacımız tatmin olmuş oluyor, bu da bize yetiyor. Fakat daha önemlisi, Von Papen anısında kendisini gösteren işlev: Bir düşman imgesi yarattığınızda, topluluğunuzu perçinliyorsunuz, bu düşman ne kadar amorf, gizli ve enginse o kadar iyi. Üstelik bu işlevle tesis ettiğiniz sistemin ‘insandışılaştırdığı’ düşmanı bedava işgücü olarak kullanabilmek gibi yan ‘faydalar’ da söz konusu. Etnik ve dini açıdan bir grubu imleyip ‘yerli ve milli Yahudi’sini yaratması mümkün olmayan Japonya’nın heyeti, bu yüzden “bizim Yahudimiz yok” diyor, ama savaş kaybetmiş ve travma geçirmiş bir toplum suçlu ararken, zaten asırlardır belli bir imlemenin söz konusu olduğu bir toplumu işaret edip “işte sorumlu!” diye bağırdığınızda, hem gerçek suçları ve suçluları gizleyebiliyor, hem yeni bir dinamizmle, ne olduğu belli olmayan bir ‘Yahudiyyat’ (Judentum/Jewry) ile kavga, siyasi ve sosyal mühendislik için tükenmez bir yakıta dönüşüyor.
Pekâlâ, bu komplo teorilerinde hiç mi hakikat payı yok? Yahudiler güçlü müdür, etkin midir? Cevabı evet, Yahudiler dünya tarihindeki özgün hikâyeleri nedeniyle nüfuslarına oranla çok etkililer. (Topluluk ifadesi kasti; zira Yahudilik söz konusu olunca etnisite, din, ulus, millet birbirine giriyor. Türk Musevi Cemaati, örneğin, Türk Musevileri diyor. Öte yandan bir Yahudi ateist olsa da Yahudi’dir, Aleviliğe benzer biçimde din etnik kimliğe dönüşmüştür. İsrail’de bir ‘Yahudi/İbrani Ulusu’ndan bahsetmek mümkün.) Bu nüfuza nasıl ulaşmışlar peki?
Rothschild Ailesi
Ortaçağ Avrupası’nda Yahudilerin toprak sahibi olmaları yasaklanmıştı. (Zaten toprak sahibi köylü oran açısından çok azdır, en fazla İngiltere’de görülür ve ayrı bir sınıf teşkil ederler.) Zenginlik ve üretimin asıl kaynağının toprak olduğu bir dönemde bu ölüm fermanı gibi bir şeydi. Ancak Yahudiler çareyi ticaret, zanaat ve sanatla ilgilenmekte buldu. Eski Dünya’nın birçok yerine dağılmış olmaları, azınlık oldukları için dayanışma güdüsünün kendiliğinden gelişmesi, iletişim imkânlarının kısıtlı olduğu o dönemde birçok merkezde ‘kontakları’ olan bir ticaret ağı kurabilmelerine imkân sağlıyor. Yahudi bir tüccar, diğer tüccarlara nazaran akrabalık ve dini ilişkileri nedeniyle daha avantajlı; çok daha geniş bir ağ kurabiliyor.
Bir diğer geçim aracı olarak zanaat ve sanat (o dönemde bilimi de zanaat kabul etmek lazım) yine Yahudi topluluklarının ekonomisinin temelini oluşturuyor. Ortaçağ Avrupası’ndan kalma belgeleri okursanız, bir doktor ya da şifacıdan bahsedildiğinde isminin Moshei, Mordecai, Solomon vb. olduğunu görürsünüz. “Değerli taş/maden ticareti yapan Yahudi” arketipi nasıl yaygınsa, o dönemde “Yahudi doktor” tiplemesi Avrupa’da oldukça yaygın. Ticaretin, zanaat ve sanatın temelini oluşturduğu bir ekonomi, o dönemde pek muteber değilse de, bir sonraki dönemin asli unsurunu oluşturuyor.
Bu veçhile Yahudiler ve Hollandalılar arasında bir benzerlik kurmak mümkün. Hollanda’nın limited şirketi icat etmesi, güçsüzlüğündendi. Güç bela bağımsız olmuş, verimsiz topraklarda yaşayan Hollandalıların, toprağın temel zenginlik kaynağı olduğu bir dönemde iddialı bir devlet olmaları mümkün değildi. Ama ticaretin başat aktör olmaya başladığı dönemde Hollanda’nın güçsüzlüğü, küçük birikimlerin büyük bir sermayeye dönüşüp ekstra çarpan etkisi yapabildiği ‘Limited Şirket’in doğmasını sağlıyor. Yahudilerin de vaktiyle uğradıkları baskı, ‘zamanın ruhu’ ve zenginliğin, üretimin, gücün tanımı değişince, avantaj sahibi olmalarını sağlıyor.
En güzel örneklerden biri, hakkında en fazla komplo teorisinin atıldığı Yahudi ailesi Rothschildlerin hikâyesi. Avrupa’da uzunca bir dönem Hıristiyanların faiz geliri elde etmesi haramdı. Ancak faiz ekonominin en temel dinamiklerinden biridir ve sermaye fazlası olanın borç vermesi ancak faiz gibi bir teşvikle mümkündü. Bizdeki hülleye benzer biçimde, Hıristiyan aristokratlar bir yöntem geliştirdi. Yahudiler faizle borç alıp verebiliyordu. Güçlü aristokratlar, maiyetlerine birer Yahudi aldı ve adına ‘Saray Yahudisi’ dediler. Borç alıp verme işlemleri bu Yahudiler üzerine kaydedilerek yapılıyordu. Yine bu Yahudiler, ticaretle uğraşan, nakit fazlası olan Yahudi tüccarlardan borç bulabiliyordu. Bu Avrupa’da yakın çağa kadar uzanan bir geleneğe dönüştü. Kulağa makul geliyor; dışlanan Yahudilerin bu dezavantajlarını avantaja dönüştürebildikleri bir niş gibi değil mi?
Ancak bu yöntemin Yahudiler açısından mahzurları da vardı. Borçlar bu Yahudiler üzerine kaydedildiği için borcundan kurtulmak isteyen aristokrat Yahudi’yi öldürüveriyordu. Yahut varis, babasının borcundan memnun değilse, hıncını Yahudi’den çıkarıyordu.
İşte tam burada, hakkında türlü efsaneler üretilen Rothschild Ailesi sahneye çıktı. 18. yüzyılda Mayer Amschel Rothschild’ın yaptığı aslında çok basitti. Bir hükümdar ya da soylunun borçların üzerine yatması yahut Yahudi’yi öldürerek işin içinden sıyrılmasını engellemek için bir yöntem geliştirdi. Yöntem basitti: Aile bağları. Oğullarını, yeğenlerini Avrupa’nın önemli merkezlerine gönderdi. Oraların ‘Saray Yahudisi’ oldular. Borç alıp verme işlemlerini yürüttüler. Bir hükümdar Rothschild aile mensuplarından birine kast edecek olsa, diğer aile üyeleri onun aleyhine dönecek, mesela bir ülkeyi o hükümdarla savaşa girmek için kışkırtabileceklerdi. Bu sayede kelle sağlama alındı ve Rothschild Ailesi kesintisiz bir şekilde sermayeyi gelecek nesillere miras bırakabildi. Benzer taktik diğer Yahudilerce de denendi ve en büyüğü Rothschild olmak üzere Yahudi banker aileler doğdu.
Şu halde, Yahudilerin finans sektöründe etkin olmalarında hiçbir ‘doğaüstü’ etki söz konusu değildir. Hiçbir komplo yok, ortada etki-tepki var. Üstelik güçlerinin kaynağı, kovuşturmaya uğramalarından ve bununla baş etmeye çalışmalarından geliyor. Birçok ünlü bilim adamının ve düşünürün Yahudiler arasından çıkması da bu sebepten: Einstein, Feynman, Bohr… Bu insanlar neden Yahudi kökenli? Yahut şöyle soralım, neden Yahudi nüfusuna kıyasla, düşünürler, bilim adamları vb. arasında Yahudi kökenlilerin temsili orantısız olarak fazla? Cevabı, “Felsefenin kökleri neden Antik Yunan’dadır?” sorusunun cevabıyla aynı. Ticaretin, sanatın ve zanaatın ön planda olduğu bir gelenek ve yaşam tarzında, düşünürün ve bilim adamının yetişmesi daha beklenir. Üstelik mezkur bilim adamları ve sanatçıların çoğunun Yahudilikle pek bir ilgisi de kalmamıştır: Yaşadıkları ülkenin dilini konuşurlar, dini açıdan çoğu ‘la-dini’dir, Yahudilikle bağları, Yahudi kökenlerinin onlara sağladığı hareket serbestiyeti ve avantaj saikiyledir.
Birçok ‘Müslüman’ cemaat Türk kimliğiyle kavgalıyken, kendisine ‘Türk Musevisi’ diyen, Türk değerleriyle kavga etmek bir yana dursun, Türkiye lehine bu değerleri benimseyerek katkı yapan bir kesimin antisemit saldırılarla sürekli karşılaşıyor olması çok acı. Demek, birçok fikrimizin ithal olması gibi, antisemitizmimiz de ithaldir; ‘yerli ve milli’ olduğunu iddia ederek Yahudi düşmanlığı yapanlar, bunu Türklerin hikâyesi, tarihi ve gerçeklerine dayanarak değil, vaktiyle kıskançlık ve fırsatçılıktan ötürü Yahudileri şeytanlaştıran ‘dışarlıklılar’ın argümanlarıyla yapıyorlar. İşin İsrail-Türkiye ilişkileri boyutu başka bir düzlemin konusu, ancak orada da Türkiye’deki terör örgütlerini yıllarca eğittiği ve desteklediği belgeli bir şekilde belli olan bir grubun, PKK elebaşları tarafından yıllarca eleştirilmiş İsrail’den daha ‘sempatik’ görülmesini gerçekten anlayamıyorum. (Türkiye’deki Musevilerle İsrail’i bir tutmak, olumlu da olsa olumsuz da, yanlıştır. Fakat bu hususu hatırlatmamak elde değildi.)
Şu halde, “Quando El Rey Nimrod” dinlerken yazdığım bu satırları yayımlamayı kabul eden Şalom Gazetesi’ne teşekkür ediyorum. Yahudilerin özgün hikâyesi nedeniyle bütün dünyada Türk taraftarı bir lobi teşkil edebilecek (ve geçmişte etmiş) Musevi cemaatimizin, ‘Türk’ demenin çok anlamlı olduğu bu günlerde ‘Türk Musevileri’ ifadesini kullanmalarına rağmen düşmanlaştırılmasına karşı böyle bir küçük duruş göstermeyi vazife saydım. Umarım Türkiye’nin sonu, vaktiyle Nazi Almanya’sına özenip Yahudileri avlayan, bu nedenle okumuş, meslek ve yetkinlik sahibi nüfusunun büyük bir kısmını kaybeden, ciddi bir beşeri sermaye sıkıntısına düşen uzak akrabamız Macaristan gibi olmaz.
*M. Bahadırhan Dinçaslan, 1990 Kayseri doğumlu. Kayseri’nin Sarız ilçesinde meskun Avşar Türkmenlerindendir. Çalışma hayatına yaratıcı metin yazarlığı ile başlayan Dinçaslan, çeşitli Türkçe ve İngilizce medya kuruluşlarında yöneticilik yaptı. 2017’de kurduğu şirket bünyesinde yaratıcı metin yazarlığı, içerik üretimi ve reklamcılık işiyle meşgul. Ayrıca çeşitli yayınevlerine kitap avcısı ve telif hakları koordinatörü olarak danışmanlık yapmakta. Dinçaslan, 2010 yılından bu yana Türkçe ve İngilizce olarak görüşlerini kişisel blogu başta olmak üzere çeşitli gazeteler ve dergilerde yayımlanan makaleleriyle paylaşır. Bir çeviri roman, bir şiir kitabı, karşılaştırmalı mitoloji üzerine bir fikir ve makalelerinin derlemesinden oluşan bir kitap olmak üzere dört esere imza attı.