Versus Tiyatro’nun yeni oyunu ‘Lampedusa’

Erdoğan MİTRANİ Sanat
13 Kasım 2019 Çarşamba

‘Lampedusa’

Versus Tiyatro yeni sezona, Hira Tekindor’un çevirdiği, Kayhan Berkin’in yönettiği,  Harold Pinter Ödüllü aktivist İngiliz yazar Anders Lustgarten’in, çağımızın en önemli iki sorununu, göçmenlik ve yoksulluğu konu alan oyunu ‘Lampedusa’  ile giriyor.

İlerici bir Amerikalı akademisyenin oğlu olan Lustgarten, ABD’deki eğitimden sonra, ABD ve İngiltere hapishanelerinde mahkûmlara kuramsal dersler ve drama eğitimleri vermiş. 2007’den bu yana yazdığı bir düzine oyunla, Roboski katliamından Mugabe sonrası Zimbabwe’ye dünyanın tüm haksızlıklarıyla mücadele eden Anders Lustgarten, dört ülkede tutuklanmış bir siyasi eylemci. ‘Lampedusa’da bir yandan belki Roboski veya Zimbabwe’den daha az çarpıcı, ama binlerce göçmenin boğulmasına sebep olan bir o kadar etkileyici bir başka toplu katliama, diğer yandan da dünya ekonomisine yön veren sayılı cazibe merkezlerinden birinde, melez olduğu için dışlanan, hakaret ve tepkilerle karşılaşan yoksul insanların dramına odaklanıyor. 

Lampedusa, İtalya’nın en güneyinde, turistik plajlarıyla ünlü, 6500 nüfuslu ufacık bir Akdeniz adası. Tunus’a 150 kilometre uzaklıktaki Lampedusa son yıllarda göçmenlerin Avrupa topraklarına ilk adım attıkları yer. Kuzey Afrika’daki işsizlik, yoksulluk ve kaostan kurtulmak isteyenler adaya sığındıkça, ada nüfusunu katlayan sayıda göçmen, derme çatma çadırlarda yaşam savaşı veriyor; su sıkıntısı, salgın hastalık tehlikesi baş gösteriyor, suç oranları artıyor. İtalya, sığınmacıların cesaretini kırmak amacıyla kurtarma operasyonlarını azaltınca, Lampedusa’ya varmaya çalışırken batan teknelerde hayatını yitiren binlerce ceset ada etrafındaki sularda sürükleniyor. “Hiç kimsenin yapmak istemediği bir işi” üstlenmek zorunda kalan, krizdeki Avrupa’nın kurbanlarından Stefano (Cem Zeynel Kılıç), denizlerin kirlenmesiyle balıkçılığı işini bırakıp, İtalyan Sahil Koruması için göçmen cesedi toplama işine geçen eski bir balıkçı. Stefano, biyokimya diplomalı abisi, aç kalmamak için Londra’da bir lokantada şef olarak çalışmak zorundayken, insanların  s.…miş Avrupa’ya göçmek için bu kadar çaba göstermelerini, bu amaçla ölümü bile göze almalarını hiç anlayamamaktadır.

Yarı Çinli Denise (Özlem Öçalmaz), geri ödenemeyen kredileri tahsil etmek için kapı kapı dolaşan yoksul bir borç takip görevlisi. Denise, parası olmayanın yok sayıldığı Londra’da bu nankör işte çalışarak hem öğrenim masraflarını karşılamaya, hem de yardım parasında sorun yaşayan bedensel özürlü annesine destek olmaktadır.

Lustgarten, iki farklı karakterin iç içe geçmiş monologları üzerinden, sadece paranın değil umutların da tükendiği bir Avrupa’da, yıpratıcı bir işin zorluklarını anlatırken, fukaralık ve çaresizlik temalarını birer kavramsal soyutlama olarak değil, somut birer gerçeklik olarak ele alıyor. Cesetleri parmakların arasından kayan yağlı çöp torbalarına benzeten Stefano ölü göçmenleri neredeyse klinik bir kesinlikle tarif ederken, Denise, 58 yaşındaki hasta annesinin yardım parasını kesmek için çalışabilirlik değerlendirilmesine tabi tutulmasının aynı derecede kan dondurucu öyküsünü anlatıyor.

Ancak Lampedusa, bir umutsuzluk destanı değil. Bir Malili tamircinin Stefano’yla arkadaşlığı ya da Denise’in borç içindeki bir Portekizli bekâr anneden dostluk görmesi gibi bireysel insancıl davranışlar her zaman bir umut kapısı olabileceğini gösteriyor.

Kuşağının en iyi çevirmenlerinden Hira Tekindor’un, her sözcüğün hakkını veren başarılı çevirisi, Kayhan Berkin’in sahnelemesiyle müthiş bir seyirliğe dönüşüyor.

Boş sahnede yerde, hem karakterlerin yaşadıkları iki adayı, hem de içinden çıkamadıkları kısır döngüyü simgeleyen iç içe iki halka. İç küçük halka / Lampedusa’nın ortasında bir iskemle. Stefano, iskemleye oturmuş. Dış halka / Britanya’nın içinde ve iki halkanın arasında Denise dolanıyor. Her ikisi de bu kısıtlayıcı mekânlardan hiç çıkmadan, birbirlerini görmeden, dokunmadan, oyunculuğu ve hikâye anlatıcılığını birleştiren biçemde öykülerini seyirciye aktarıyorlar. Devlet Tiyatrolarında çok sayıda oyunda izlediğimiz Cem Zeynel Kılıç ve geçen iki sezonun nefes kesici ‘Elektra’sı Özlem Öçalmaz o kadar iyiler ki, izleyici, soluk soluğa izlediği oyunun nasıl bittiğini anlayamıyor.

Çok iyi sahnelenmiş, oynanmış, çok başarılı bir metin. Sezon boyunca sahnelerde.

 

 

 

 Marguerite Duras Moda Sahnesinde ‘La Musica Deuxième / Yeni Bir Şarkı’

Hiçbir şey bundan daha fazla sona ermemiştir.

Moda Sahnesinde sezonun ilk yeni oyunu, Marguerite Duras’ın yazdığı, Murat Erşen’in çevirdiği, Kemal Aydoğan’ın sahneye koyduğu ‘Yeni Bir Şarkı’. Sahne tasarımını Bengi Günay, ışık tasarımını İrfan Vanlı üstleniyor.

1914’te Saygon yakınlarındaki Gian-Dinh’de doğan ünlü Fransız kadın romancı Duras (1914 – 1996), oyunlar ve senaryolar da yazmış, yazdığı filmleri yönetmiş çok yönlü bir sanatçı. Çocukluğu ve ilk gençliği Vietnam’ın çeşitli bölgelerinde geçmiş, Felsefe ağırlıklı lise diploması almış, hukuk, matematik, siyasal bilimler alanlarında öğrenim yapmış. Edebi kişiliğinin paralelinde her zaman aktivist ve bir mücadele insanı olan Duras, ilk kitabının yayımlandığı 1943’te Fransız Direnişine katılıp Mitterand’la aynı hücrede çalışmış.1944’te üye olduğu Fransız Komünist Partisinden 1950’lerin sonlarında ayrılmış. 1955 - 196o yıllarında Cezayir Savaşı ve De Gaulle rejimine karşı mücadele vermiş. Makale ve röportajlarında toplumun dışına atılmış insanlarla ilgilenmiş. Duras, 60’larda kadınların özgürleşme mücadelesinin ilk zamanlarında yetişmiş ve bunu eserlerine yansıtmış. İlk kez 1965’te BBC için yazdığı, bir otelin barında yeniden karşılaşan bir kadın ve bir erkek arasında geçen ‘La Musica’, ikilinin diyaloglarından yola çıkarak, asırlardır kadının esas sorunu eşitlik ve özgürlük kavramlarını kadın karakterinin üzerinden irdeleyen bir kısa oyun.

Duras, önemsediği başka eserlerinde de yapmış olduğu gibi yirmi yıl sonra La Musica’yı yeniden ele alarak düzenlemiş, bağırganlığa ya da slogancılığa tenezzül etmeksizin satır aralarındaki söylemiyle bu müthiş güçlü bir feminist metne bir devam bölümü ekleyerek

‘La Musica Deuxième / La Musica İkinci’ adını vermiş. Yeni Bir Şarkı adıyla izlediğimiz, oyunun bu son şekli.

İki sevgili değildir onlar. Tam tersine bir zamanlar yaşamış oldukları kentin otelindeki bu karşılaşma onların aşk hikâyesinin sonudur. Tanışmışlar, sevişmişler, herkesin yaptığı gibi evlenmişler, zamanla yolları ayrılmış. Kadını, kadının kendisinden bile kıskanan erkek (Caner Cindoruk) kendi yalnızlığını arayan karısını öldürmeyi düşünmüş, hatta bunun için bir silah bile almış. Sonra ayrılık, çığlıklarla, pencereden atılan giysilerle gelmiş, aradan geçen üç yıl boyunca her biri yaşamını yeniden düzene sokmaya çalışmış.

Boşanma işlemlerinin son aşaması için geldikleri bu kentte, her biri hayatlarındaki yeni insanlara dönmeden önce, ayaklarının neredeyse farkına varmadan getirdiği, evliliklerinin ilk aylarında yaşamış oldukları bu otelde, karşısındakini neden felakete sürüklediğini bir yandan anlamaya çalışarak, diğer yandan gerçekleri kabullenmeyi reddederek birbirleriyle konuşmayı denerler. Artık hiçbir şeyin bir daha söylenemeyeceği o son ayrılık anında, ilişkiyi kafasında çoktan bitirmiş, güçlü ve aynı güçle yeni hayatına başlamaya hazır kadının (Melis Birkan) karşısında, geçmişteki saplantılarını yeniden yaşamaya başlayan, belki de hâlâ ilk aşkın gençliğinde kalmış olan erkek (Caner Cindoruk), yeniden birlikte olma olasılıklarını kimi zaman fısıldayarak, kimi zaman hıçkırıkları bastırarak sahte gülücükler ve kahkahalarla alttan alarak, kimi zaman ses tonun yükseltmeyi hatta çirkinleşmeyi göze alarak gündeme getirmeye çaba göstermektedir.

Murat Erşen’in çevirisi, sizli-bizli konuşmanın yapay nezaketinin iki insan arasında oluşturduğu mesafeyi, arada bir senli-benli tonlamalarla da tartışmanın alevlenişini başarıyla yansıtıyor. Oyunu yıllardan beri ilk kez bu düzeyde dramatik bir sahnelemeyle ele alan Kemal Aydoğan, neredeyse olaysız metnini iki çok başarılı oyuncusunun kusursuz yorumlarıyla, arada bir karakterlerin duygularını daha da vurgulayan canlı video çekimleri eşliğinde, heyecan verici bir tiyatro olayına dönüştürüyor.

Caner Cindoruk, hayatından çıkmış kadını büyük olasılıkla mahkemede gördüğü an başlayan, tartışma süresince de adım adım gelişen pişmanlığını başarıyla aktarırken, tüm zayıflıklarını vermekte müthiş inandırıcı.

Gamze Saraçoğlu’nun olağanüstü kostümünün daha da güzelleştirdiği Melis Birkan, duygularını aktarırken zorunlu olarak “fazla” oynamaya mecbur olan Cindoruk’un aksine, sakin, mesafeli, “adabıyla duran, sözlerini iyi bilen, bağırmaları bile sesten ziyade sözcüklerde olan” bir yorumla karşımızda. Kadının yüzleşmek, kabul etmek, sorgulamakla ilgili o benzersiz gücünü kusursuza yakın bir şekilde aktaran, sesi, bedeni, duruşu, yüzü ve hatta dudaklarıyla benzersiz bir Marguerite Duras karakteri olmuş.

Başarılı bir metnin hak ettiği düzeyde sahnelenmesi. Tiyatrolarımıza pek uğramayan Duras’ın önemli bir oyununu izlemek için de büyük fırsat. Kaçırmayın derim.

24 Kasım 16.00 ve 20.30’da Moda Sahnesi’nde. 7 Aralık Samsun, 8 Aralık Ordu, 9 Aralık Trabzon, 22 Aralık Ankara’da turnede. İyi seyirler dilerim.