Samimi, içten destansı belgesel

İki dalda Oscar adayı ‘BAL ÜLKESİ’ bu yıl ekranlarımıza uğrayan belgesellerin en kalitelisi

Viktor APALAÇİ Sanat
5 Şubat 2020 Çarşamba

Film, terkedilmiş bir köyün tek evinde yaşlı, yatalak annesiyle yaşayan, Avrupa’nın son kadın arı yetiştiricisi Hatice Muratova’nın öyküsünü anlatıyor. Vahşi kapitalizmi eleştiren film, bizleri insan-doğa ilişkisi üzerine düşünmeye davet ediyor. Geleneksel yöntemlerle bal yetiştiriciliği yapan Yörük Türkmen’i Hatice üzerinden film insanın doğayla, hayatla olan ilişkisini samimi ve içten bir üslupla sinemaya taşıyor. ‘Bal Ülkesi’, arıcılıkla geçinen Toscanalı aileyi anlatan Alice Rohrwacher’in ‘Mucizeler’iyle akrabalık taşıyor. Tamamında Türkçe konuşulan, didaktik bir çevre filmi olmaktan kaçınan ‘Bal Ülkesi’, mesajını etkileyici bir görsel anlatımla ve insan hikâyesine odaklanarak veriyor. Oscar’a iki dalda aday bu belgesel izlenmeyi hak ediyor.

Sundance Film Festivalinde aldığı Jüri Büyük Ödülü’yle keşfedilen ‘Bal Ülkesi/Honeyland’ Oscar yarışında En İyi Uluslararası Film ve En İyi Belgesel dallarında aday gösterilme başarısını gösterdi.

1994’te Milcho Manchevski’nin ‘Yağmurdan Önce’sinden 26 yıl sonra, ‘Bal Ülkesi’ Makedona’yı Oscar yarışına sokan film oluyor.

Bu başarının arkasında henüz ikinci uzun metrajlı filmini yapan Tamara Kotevska ile kamera arkasına ilk kez geçen Ljubomir Stefanov var. Bu 26 ve 43 yaşındaki iki sanatçı çekimleri üç yıl süren ‘Bal Ülkesi’ ile dünya çapında birçok festivalden övgü ve ödüller aldılar.

Vahşi kapitalizmi eleştiren film bizleri insan-doğa ilişkisi üzerine düşünmeye davet ediyor. Geleneksel yöntemlerle bal yetiştiriciliği yapan Yörük Türkmen’i Hatice üzerinden film insanın doğayla, hayatla olan ilişkisini samimi ve içten bir üslupla sinemaya taşıyor. Kapitalizmin ulaşamadığı bir dağ köyünde doğaya, ekmek kapısı arılara saygılı yaşayan Hatice, günümüzün nesli tükenen insanlarından biri.

Mahalli rengi mükemmel yansıtıyor

‘Bal Ülkesi’ ile akrabalık kuran filmlerden biri 2014 Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü kazanan ‘Mucizeler/Le Meravigle’. İkinci uzun metrajlı filmini gerçekleştiren İtalyan sinemasının yükselen yıldızı Alice Rohrwacher, Toscana’da yaşayan, arıcılıkla geçinen kalabalık bir ailenin öyküsünü anlatmıştı. Film, aileye katılan 14 yaşındaki bir kızın gözünden anlatılmıştı.

Kayalık bir bölgede, uçurumun kenarındaki dar bir patikada korkusuzca yürüyen bir kadını gösteren açılış sekansından ‘Bal Ülkesi’nin bir belgesel başyapıtı müjdelediğini hissediyoruz. 50 yaşındaki Hatice Muratova, Balkanların dağlık bir bölgesinde, yolları, suyu olmayan, elektrik gibi temel ihtiyaçların sağlanmadığı, kuş uçmaz, kervan geçmez, terkedilmiş bir köyde yaşamaktadır. Açılış sekansında kendisini bal toplarken görürüz.

Film, unutulmuş eski bal toplama geleneklerini bir sanat icra edermişçesine uygulayan, Avrupa’nın son kadın arı yetiştiricisi Hatice’nin dilinden, modern bir peri masalı olarak sunuluyor ve ekosistemin hikâyesini naif bir dille anlatıyor. Tamamında Türkçe konuşulan bu belgeselin en önemli özelliği, didaktik bir çevre filmi olmaması. Film, mesajını etkileyici bir görsel anlatımla ve insan hikâyesine odaklanarak veriyor.

Toprağa bağlı yaşayan, hayvancılık ve arıcılıkla geçinen fakir insanların yaşantılarını, tek eğlenceleri olan yağlı güreşli panayır hayatlarını, mahalli rengi öne çıkaran bir üslupla anlatan ‘Bal Ülkesi’nin Sundance’ta üç ödül kazanması şaşırtıcı değil.

Nitekim mahalli rengi yansıtan filmlere zaafı bilinen Akademi üyeleri, bu samimi ve destansı filmi iki dalda Oscar’a aday gösterdiler.

İki kız kardeşini çocuk yaşta kaybeden Hatice 85 yaşındaki hasta, bir gözü kör, yatalak annesiyle yaşadığı bir köy evinde yaşam mücadelesi verir. Hatice, çok iyi bildiği eski dağcılık gelenekleri sayesinde bal üreticiliği yapar.

Arıların ürettiği balların yarısını satıp, kalan yarısını yine arılara bırakan ve sürdürebilirliği bu şekilde sağlayan Hatice’nin düzeni, başka bir ailenin köye gelip yerleşmesiyle bozulmaya başlar.

Balın yarısı bana, yarısı sana

Hüseyin’in karısı ve beş çocuğundan oluşan göçebe ailesi hem Hatice ve annesinin yaşam biçimini etkiler, hem de doğal dengenin bozulmasına sebep olur. Hatice, bozulan bu dengenin yeniden sağlanabilmesi için çok zorlu bir mücadele içine girer. Arıların payını gözetleyen, onlarla konuşan, onlara şarkı söyleyen, yarısı bana, yarısı sana prensibinden vazgeçmeyen Hatice, kavanozlara doldurduğu balları Üsküp’teki pazar yeri esnafına satmayı sürdürür. Ancak arıcılığı öğrettiği, paragöz bir tüccarın kışkırttığı yeni komşusu Hüseyin oyunun kaidelerine uymaz.

Gerek doğanın ritmine gerekse de Hatice’nin süregelen yaşam alanına saygı göstermekten çok uzak olan bu gürültücü aile ile Hatice’nin doğaya ve yaşama yaklaşımı arasında ortaya çıkan tezat, maddi kazanç için doğayı tahrip etmekten kaçınmayan kapitalist düzenin mikro ölçekli bir tezahürüne dönüşür.

 Hatice, piyasa denilen kentli canavara, birden köyüne taşınıp, Hatice’nin öğrettiği arıcılık mesleği ile para kazanmak için gözünü arılara diken Hüseyin ve aileye karşı büyük bir mücadele yürütmek zorundadır.

Babasının Hatice’yi istemek için eve gelen görücüleri boş çevirdiği için, evde kalmış bir kız kurusu olarak çocuk özlemi içinde yaşadığını görürüz. Kendisine yakınlaşan Hüseyin’in oğullarından birine, “Keşke benim de senin gibi bir oğlum olsaydı” diye hayıflanır.

Tek desteği ömrünü adadığı, bir ayağı çukurda yaşlı annesidir. Radyonun bile çekmediği, mum ışığının aydınlattığı ıssız evinde geceleri sohbet edebilecek tek kişi, hayattaki tek varlığı olan ihtiyar annesidir.

Köylü emekçileri sömürerek geçimini sağlayan, Hüseyin’i doğal olarak oluşan kovanlardan toplanacak bal üretimini arttırmak için doğal yolların dışına çıkmaya zorlayan kasabalı zorba tüccar Hatice’nin yıllardır üstüne titrediği düzeni yerle bir eder. Hatice’nin verdiği mücadele, insanlık ile doğa arasındaki dengenin kırılganlığını gözler önüne seriyor.

Kuzey Makedonya’nın İştip şehri yakınlarındaki Bekirli Köyünde yaşayan Hatice Muratova, film ekibi tarafından kendisine hediye edilen, daha merkezi konumdaki Dorfulu kasabasındaki yeni evinde mütevazı yaşantısına devam ediyor.

 

GİZLİ BİR VEDA ÖYKÜSÜ

Yazar-yönetmen Lulu-Wang’ın kendi büyükannesinin hastalığından esinlenerek yazdığı ‘Elveda-The Farewell’, New York’ta yazar olma hayaliyle yaşayan Çin kökenli bir genç kızın, babaannesinin kanser olduğu haberini aldıktan sonra yaşananları anlatıyor.
Akciğer kanseri teşhisi konulup sadece 3,5 aylık ömrü kalan büyükannesi Nai Nai’yi (Shuzhen Zhao) son kez görmek için apar topar ülkesine dönen Billi (Awkwafina) ve ailesi için problem hastalığının farkında olmayan yaşlı kadına gerçeği söyleyip söylememektir.

Kuzen Hao Hao’nun yaklaşan düğünü, Amerika’dan kalkıp gelen Billi ve ailesinin Nai Nai’yi kandırmak için geçerli bir bahanedir. Düğün bahanesiyle Brooklyn’den gelen aile Chang-Chun’da yaşayan akrabalarıyla aradan 25 yıl geçtikten sonra bir araya gelir.

Filmin finalinde bir sürpriz yapıp izleyicisini ters köşeye yatırma hevesine kapılan yönetmen Lulu Wang, Amerikalı ve Batılı izleyicisine hoş görünmek kaygısıyla filmini, Hollywood geleneklerine uygun bir ‘mutlu son’ ile bitirmeyi tercih ediyor.

Altı yaşındayken taşındığı Amerika’da büyümüş, kendi geçmişine, kültürüne uzak kalmış Billi’nin ailesinin diğer fertleriyle yaşadığı fikir ayrılıkları, gelenekleriyle buluşması filmde duygusal ve incelikli bir sinema diliyle anlatılıyor.

Ancak yazar-yönetmen Lulu Wang’ın bu komedi-dram karışımı filmde duygu sömürüsü tuzağına düşmekten kurtulduğunu söylemek zor. Komediyle dramı harmanlayan, içine mizah sosunu katmayı da ihmal etmeyen senaryo inandırıcı olmaktan uzak zorlama öyküsüyle başarılı bir melodram olma fırsatını harcıyor.

Son yıllarda nüfusu hızla artan Chang-Chun kenti, Çin kültürü, karakteri, alışkanlıkları ve adetleri üzerine faydalı bilgiler veren film, yine de iyimser tonuyla ilgiyle izleniyor.

Babaannesinin gerçeklerle yüzleşmesinin doğru olacağına inanan Billi, tüm ailesinin yaşlı kadının son günlerini sevdiklerinin yanında, yaklaşan ölümünden habersiz geçirmesi arzusuna uymak zorunda kalır.

Filmin başrollerini paylaşan, büyükanne rolündeki veteran aktris Shuzhen Zhao ile torununu oynayan Awkwafina, görkemli kompozisyonlarıyla öne çıkıyorlar. ‘Elveda’nın son Altın Küre yarışmasındaki Yabancı Dilde En İyi Film ve En İyi Kadın Oyuncu adaylıklarından birini Awkwafina, müzikal-komedi dalında En iyi Kadın Oyuncu dalında ödüle çevirmeyi başardı.

Çin kökenli Amerikalı bir baba ve Güney Koreli bir annenin kızı olan aktris Awkwafina, aynı zamanda ünlü bir rap şarkıcısı.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün