Bir zamanlar farklı inançlara mensup insanların iç içe yaşadığı Kuzguncuk, benim güzel köyüm, yine bir kitaba konu oldu. Bu sevimli beldede aynı yılları paylaştığım sevgili Salvo Dalva, 60’lı senelerin Kuzguncuk’unu öyle içten ve görsel bir üslupla kaleme almış ki, her satırını hüzünlü bir mutlulukla okudum. Kişisel hatıralarının yanı sıra, semtin toplumsal hayatına, unutulan değerlerine ve doğal güzelliklerine de yer veren Dalva, kanımca kitabıyla Türk Yahudi Cemaatinin tarihine bir iz bırakmış oldu.
Çocukluğumuzun Kuzguncuk’unu sosyolojik olarak anlat desem neler söylersin?
Dönemin İstanbul atmosferini gözlerimin önüne getirdiğimde Kuzguncuk, küçük bir yerleşke olmasına rağmen, sosyal yaşamı kent kültürünün bütün izlerini taşımaktaydı. Ayrıca burada nüfusu oluşturan insanların önemli bir ekseriyetinin üç beş kuşak öncesine dayanan kentliliği de sosyolojik yapıdaki belirleyiciliğini öne çıkartmakta. Öte yandan ilgili yıllar, yurt çapında kırsal kesimden kentlere olan akının henüz ilk aşamasında olduğu bir zaman dilimine denk gelmekteydi. Bununla birlikte günümüze kıyasla ataerkil değer yargılarının o devirlerde güçlü bir ahlakçı baskısı yarattığını göz önünde bulundurursak, küçük bir yerleşim birimi olmasından dolayı İstanbul’un kalabalık mekânlarına nazaran bu baskının daha fazla görünür olduğunu ileri sürmek mümkün. Köy-kent farklılığından değil ama kent içi yerleşkeler farklılığından söz edilebilir. Kuzguncuk o devirlerde farklı inanç, gelenek ve göreneklerin belleklerde herhangi bir ötekileştirme hissinin oluşmasına sebep olmayacak ölçüde, bir arada, ahenkli yaşam biçimine sahipti. Kuzguncuk’un o vakitlerdeki bu tablosu, siyaset ve ideolojiler dünyasının enternasyonalistleri için muhtemelen bir laboratuar işlevi görebilirdi.
Kuzguncuk hakkında birçok kitap kaleme alındı ama seninki sanırım cemaatimiz üyelerinden birinin yazdığı en kapsamlı hatırat. Nasıl karar verdin yazmaya?
Kuzguncuk’taki çocukluk yılları hafızamda çok derin izler bıraktı. Orası ‘yaşama merhaba’ dediğim bir yer. Yıllardır akraba, eş, dost sohbetlerinde konu Kuzguncuk’tan açıldığı vakit çeneme hâkim olamam, gevezeliğim tavana vurur. Günün birinde annesi de Kuzguncuklu olan değerli bir dostum, “Bu anlattıklarını yazıya döksene” diye teklifte bulunmuştu. “Fena olmaz” diye düşünmeye başladım. Ancak bir hatıra kitabı yazmayı hiç düşünmemiştim. Karaladığım notları biriktiriyordum sadece. Tarihçi-yazar Rıfat Bali, Yahudi asıllı vatandaşların anılarından oluşmuş bir kitap üzerinde çalışmaktaydı. Ben de bu çalışmaya elimde o vakte kadar biriktirdiklerimi yollayarak katkıda bulunmak istedim. Anılarımın bir kısmı ‘Türkiye’deki Yahudi Toplumlarından Geriye Kalanlar’ adlı kitapta yer aldı. Kitabın yayımlanmasından yaklaşık bir yıl sonra Rıfat Bali’den bu anılarımın bir kitap haline getirilmesi teklifi aldım. Lakin anıların kitap haline gelmesi daha fazla detayın eklenmesini gerektiriyordu. Aileme ve gerek hayatta olmayan, gerekse halen yaşamlarını sürdürmekte olan Kuzguncuklu büyüklerime karşı kendimi manevi bir yükümlülük altında hissetmiştim. Ayrıca ailemin benden sonraki fertlerine, kuşaktan kuşağa aktaracakları bir miras bırakmak arzusu da yeşermişti gönlümde. Neticede bu kitap çıktı.
Fotografik hafızan gerçekten dikkat çekici! Anıları, mekânları, eşyaları ve kişileri bu kadar detaylı olarak hatırlamayı nasıl başardın?
Bana göre çocukluk yılları, bir insanın yükümlülükleri bakımından en rahat olduğu dönemler. Sokaklarda oynamaktan ve dersleri kaynatmaktan başka ne bir sorunun, ne de bir mecburiyetin vardır. Sanırım çocukluk anıları ile ilgili detaylar, bu koşullardan kaynaklanıyor. Yetişkin olup hayata atılmak, adeta uzun soluklu olmayı gerektiren bir savaşın içine girmek gibi. Yaşananlar çok daha karmaşık ve sorunlar çok daha birikmiş oluyor. Bu yüzden bellek depomuzda en çok yer alan fotoğraflar, çocukluk yılları boyunca yaşananlara ait. Sanırım bu durum şahsıma özgü değil. Ancak arada görece farklılıkların olabileceği de söz konusu olabilir tabii.
Kitabı yazarken zihnin ve kalbin iyi-kötü anılar arasında gezinmiştir şüphesiz… Bu süreçteki duygularını anlatır mısın?
Geçmiş zamanları satırlarda yeniden canlandırmak harika bir duygu atmosferi. Birbiri ardına gelen cümleleri sıralarken, giderek zaman tüneli kurgusunun içinde hissetmeye başlıyorsun kendini. Yeniden yaşamak gibi bir şey adeta. Kısa bir zaman aralığı içinde hüznü, sevinci, heyecanı, coşkuyu hissetmek, koca bir coğrafyayı minimum ölçekli bir dünya haritasına sığdırmak gibi gelmişti bana… Bununla birlikte o devrin iklimini, yıllar içinde edindiğin bakış açısıyla yeniden sorgulamak ihtiyacı hissediyorsun. İnsanların davranış kalıplarını, değer yargılarını getiriyorsun gözlerinin önüne… Kimilerine özlem duyuyorsun, kimilerinin günümüze nazaran çocukça bir saflık içinde olduğunu düşünüyorsun ve hafif bir tebessüm beliriyor dudaklarında. Sanayileşme süreci koşullarının yarattığı düşünce ve değerler dünyası ile günümüz teknolojik devrimler çağının ürettiği insan modelini karşılaştırıyorsun. “Hangisi daha iyi?” sorusu kurcalıyor kafanı. Sonra her olumlunun bir olumsuzu da içinde barındırdığı gerçeğiyle yüzleşerek dalıyorsun derinliklere…
Hiç unutamadığın bir anın var mı çocukluğundan kalan?
Var elbette; bu kitapta anlatmadığım bir anı: Kabala Şabat hazırlığı öncelikle yıkanmakla başlardı. Çok küçüktüm; banyo sonrası en temiz elbiselerimi annemin nezaretinde giydikten sonra fazla uzaklaşmamak ve üstümü kirletmemeye özen göstermek kaydıyla sokağa çıkma izin belgesini de almış bulunmaktaydım. Ancak o yükseklere doğru tırmanan Behlül Sokağının tepe noktasına yakın evimizin az ilerisindeki bir inşaat mahali, ‘anlaşma koşullarına riayet etmeme’ güdülerimi çoğaltmıştı. Zira hem yaşıtlarım oradaydı hem de yüksekçe bir yerden aşağıda bulunan kum tepeciğinin üstüne atlamanın zevkine karşı koymak imkânsız gibiydi. İlerleyen saatlerde o temiz elbiselerde hiçbir hayat belirtisi kalmamıştı. Alacakaranlık kendisini iyice belli etmiş, evlerin içindeki lambalar peşi sıra yanmaya başlamış, annem de bir hayli gergin vaziyette beni aramaya koyulmuştu. Karşımda gördüğümde durumun benim açımdan ciddi olduğunu hissettim. Sinirli bir şekilde “Nerelerdesin sen böyle? Var bir saattir sesleniyorum, yoksun!! Ayy!!!” diye bir yandan azarlıyor, diğer yandan sıkıca elimden tutarak evin yolunu tutuyordu. Bu arada boşta kalan elimle yerde bulunan inşaat artığı uzunca ve tüfeği andıran bir tahta parçasını da almayı ihmal etmemiştim. Severdim tüfekleri; ona benziyordu. Elimde o uzun tahta parçasını gören annemi aniden bir gülme krizi tutmaz mı… “Ne o! Dayak yiyeceğin sopayı da mı seçtin?” Oysa ebeveynlerim, çocuklarına karşı pek ender hatırladığım hafif bir terlik masajından başka hiçbir zaman fiziki bir cezalandırma yöntemini benimsememişlerdi. Tabii o anda bunu bilemezdim. Çok kızgındı, çünkü korkmuştu.
Aile büyüklerimiz, içinde babaannem ve büyükbabamın da olduğu, zor hayatlar, acı ayrılıklar yaşamış. O zamanki nesil hakkında nasıl intibaların var?
Yaşanmış acı tecrübeler neticesinde yasal bir statüsü olmasa dahi geçmişten gelen zımni olmak, öyle görülmek psikolojisinin bir hayli etkisinde kalmış bir nesil. “Mozos nomos karişeyamoz en las meseles del hukumet” (Biz devlet işlerine karışmayız) deyişi de sanırım bu ruh halini ifade ediyor. O dönemlerin Yahudi asıllı vatandaşlarımızda ağırlıkla apolitik bir yapının öne çıktığını görmekteyiz. Çekingen, kendi halinde, suya sabuna karışmak istemeyen, içe dönük, kapalı devre yaşayan bir toplum görüntüsü sergilemekteydiler. Bunları eleştiri olsun diye söylemiyorum çünkü o kuşağı anlayabiliyorum. Özellikle toplu taşıma araçlarında aklıma gelmesini arzu etmediğim, aksi takdirde gülmemek için kendimi tutamayacağım bir sahne var o devirlerden kalma. Rahmetli babam anlatmıştı; 1960 ihtilalini takip eden birkaç yıl boyunca kalabalık bir ortamda bulunduklarında, aralarında güncel politikadan bahsedecek olsalar, etraftan duyulmasın diye ‘Adnan Menderes’ yerine ‘Avram Menda’ demeyi tercih ederlermiş.
Göze batan diğer bir husus da şu: Çocukluk yıllarımın Yahudi toplumu, büyük bir ekseriyetle seküler yaşam tarzına daha yakındı. Şabat’a da, Pesah’a da riayet ederlerdi ama dünyevi yaşamın gereklerine de uyarlardı.
Büyüklerimizin yaşadıkları dönemlere ait ruh hallerini anlatacak elbette daha çok fotoğraf karesi mevcut. Ancak buna sayfalar yetmez.
Küçüklüğümüzün Kuzguncuk’unda unutulmaz şahsiyetler vardı senin de birçoğunu yazdığın gibi. Hangisi senin unutulmazın?
Evet, aslında hepsi de unutulmaz şahsiyetler olmayı hak ediyor. Lakin soru sadece birini seçmemi istiyor. Madem öyle, tereddütsüz ‘Dr. Jojo Bardavit’ diyorum.
Kuzguncuk ve insanlarını var eden değer yargıları zamanla değişti. Çocuklarımıza o günlerin dokusunu anlattığımızda bir masal dinler gibiler. Neler değişti o günlerden zamanımıza sence?
Yaşam biçimi, insan ilişkileri ve değerleri, aradan geçen bunca zaman içinde önemli değişikliklere uğradı. Bunda iktisadi hayattaki değişimlerin, köylerden kentlere, varoşların ortaya çıkmasıyla sonuçlanan göç hareketlerinin, teknoloji dünyasındaki hızlı gelişmelerin doğrudan etkisi var. Küçüklüğümün geçtiği yıllarda, sanayinin batı ülkelerine nazaran daha az gelişmiş durumda olmasına rağmen, kültürel bakımdan kentlerde yaşayanlar kentli gibi, köylerde yaşayanlar da köylü gibiydi. Yani her biri üretim tarzlarının vücuda getirdiği kültürel atmosferi canlandırmaktaydı. Ancak sağlıksız kentleşme süreci, bu iki özgün dokuyu varoşlar bünyesinde birbirine karıştırarak davranış modellerinden insan ilişkilerine, konuşma üslubundan hangi davranış biçiminin prim yaptığına kadar uzanan ne köylü, ne de kentli olamayan farklı bir zihniyet dünyası oluşturdu.
Çocuklarımızın masal dinler gibi olmalarına gelince… Demin de ifade etmeye çalıştığım toplum değerleri değişimine ilaveten, bırakın televizyonu, CD player’ları, MP3’leri, akıllı telefonları, babamın eve getirdiği ilk radyoyu nasıl büyük bir sevinç ve heyecanla karşıladığımı; amcamın ilk aldığı buzdolabını görmek için evine özel ziyarette bulunduğumuzu; arabası olan ailenin çok çok zengin addedildiği; İstanbul’un bütün kıyılarından tertemiz sulara kendimizi koy verdiğimiz o enfes plajları; Yakacık sırtlarındaki yegâne beton binanın sanatoryum olduğunu; market yerine mahalle bakkalını, AVM yerine de saçları kuaförlü kadınlar ve fötr şapkalı, kravatlı erkekleriyle Beyoğlu’nu anlatırsak, elbette masal dünyasında hissederler kendilerini.
Kitabını okurken yazmaya oldukça yeteneğin olduğunu düşündüm. Okumak ve yazmak ile aran nasıl?
İlk gençlik yıllarıma kadar geçen zaman boyunca okuduğum kitaplar içinde, birçoğumuzda ilgi uyandıran Jules Verne’nin romanları başı çekiyordu. Ardından ergenliğin yaktığı ateş, bir süreliğine beni aşk romanına yöneltti. Bunlardan Esat Mahmut Karakurt’un ‘Son Gece’sini unutamam. Tabii güzel Maryora’yı da… Dönem 68 kuşağı dediğimiz gençlik hareketleriyle çalkalanıyordu. O ağabeyler benim de dikkatimi çekmişti. Ama çok okumam gerektiğini de biliyordum olanları ve dünyayı anlayabilmem için. Barbaros Baykara’nın ‘Grev Kazanı’ adlı politik romanıyla başladım; John Steinbeck’in ‘Gazap Üzümleri’ ile hız kazandım. Sonra tercihim daha ağır ve bazen tekrar takrar dönüp okunması gereken araştırma, tarih, felsefe, politika içeren kitaplardan yana oldu. Şimdilerde pek yer bulamıyorum kitaplığımda. O denli birikti. Yazmayı da seviyorum elbet. İnsanı ruhen rahatlatan bir uğraş. Sosyal medyadaki sayfamda zaman zaman kendi kendime ‘muharrir’cilik oynayarak şifa buluyorum.
Kitabınla ilgili ne gibi tepkiler aldın okurlardan?
Gerek yakın ve uzak çevremde, gerekse sanal âlemdeki arkadaş listemde, haber alıp memnuniyetlerini ifade edenler çok oldu. Ancak hepsinin kitabımı okuyup okumadıklarını bilemiyorum. Okumuş olanlar arasında arayıp beğenilerini ifade edenler de az sayılmaz. Kimileri en kısa zamanda okuyacaklarını bildirdi. Kimileri ise kitabıma sosyal medyadaki sayfalarında yer verdi. Kimileri ise, “Devamını da isteriz” diye muhtıra verdi. İlgilerinden dolayı okumuş veya okumamış olmaktan bağımsız olarak hepsine şükran ve minnetlerimi sunuyorum.