Korona sonrası ‘Toplum’ diye bir şey kalacak mı?

“Bugünlerde aile de daha iyi durumda değil; insanın kendi yaralanabilir ve geçici olduğu kabul edilen varoluşuyla demir atabileceği emniyet verici, kalıcı bir limandan başka her şeyi getiriyor akla” (Zygmunt Bauman)

Perspektif
22 Mayıs 2020 Cuma

Meriç Aytekin


Klasik sosyolojide modernitenin ve sanayileşmenin insan topluluklarına etkilerini anlayabilmek için kullanılan iki temel kavram vardır: Gesellschaft (Toplum) ve Gemeinschaft(Topluluk). Birincisi sanayileşme ile birlikte güçlenen özel bir aidiyetten ziyade vatandaşlık veya daha rafine hukuk kurallarıyla birbirine bağlanan insanların birlikteliğini temsil eder ve genellikle de ileri sanayi toplumlarında görülen bir yapıdır. İkincisi ise bir vatandaşın oluşmasına izin vermeyen kişinin dini, bölgesel, etnik vb. bağları üzerinden kendini anlamlandırdığı hukuk yerine töresel kuralların işlediği yapıdır.  

Çağdaş sosyolojide bu kavramların ötesine çoktan geçilmiş olsa da toplumve topluluk arasındaki ayrım başka kavramsal setler ve kuramlar aracılığıyla güncelliğini koruyor. Dünya’da yaşanan farklı türden krizler ‘ileri’ Batı toplumlarının da zaman zaman bir topluluk olarak refleks geliştirdiğini bize gösteriyor.


Toplum olarak var olmak aynı zamanda kamusallık fikrinin de doğrudan gelişmesiyle ilgilidir ancak maalesef kamu fikri tıpkı toplum olma fikri gibi Batı toplumlarında zayıflamaktadır hatta ikinci dünya savaşı sonrası belki de bir daha kurulması imkânsız hale gelmiştir. Avrupa Birliği biraz da bu kamusallık iddiasının yeniden canlandırılması projesidir.  

*** 

Geçtiğimiz günlerde Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, korona virüs önlemleri adı altında bazı devletlerin otoriter eğilimlerinin arttığını ve bunun kaygı verici olduğunu ifade etmişti. Devletlerin halk sağlığı iddiasıyla otoriterleşmesi önemli bir konu olsa da tüm dünyanın gittikçe toplum statüsünden uzaklaşması ve bir topluluktan hallice bir biçim alması asıl tedirgin olmamız gereken konu gibi görünüyor.


Toplum yoksa ve sadece oldukça ilkel değerler etrafında hayatta kalmaya çalışan bir insan grubu halini alıyorsak elimizde kalan şey bir kimsenin yani bir vatandaşın var olmadığı bir insan yığınıdır. Arendt’i ve Bauman’ı dehşete düşüren şudur: kamusalın yıkımını getiren ve hem toplumu hem de kamusalı tahtından eden topluluğun geri dönüşü.  

Bizim gibi modernleşme projesini neredeyse çok az ilerletebilmiş toplumlar için topluluğun geri dönüşü çok daha yıkıcı sonuçlar doğuracaktır. Bu açıdan asıl tedirgin olmamız gereken şey devletlerin otoriter bir politikaya yönelip yönelmediğinden ziyade bu süreç bittiğinde elimizde toplum diyebileceğimiz bir yapının kalıp kalmayacağıdır.  

Bir önceki yazımda evin kendisinin doğası itibariyle sadece biyolojik hayatı sürdürmeye uygun olduğunu ve hayatın kamusal kısmını kaldıracak olanaklardan yoksun olduğunu yazmıştım. Kamusal ev karşısında güç kaybettikçe toplum da topluluk karşısında güç kaybedecektir çünkü ev odaklı yaşam toplum yaşamına değil topluluk yaşamına uygundur. 

***  

Bir kez toplum olma iddiası kaybedildiği zaman elimizde biyolojik ihtiyaçlarından ötesini göremeyen hayvanlar topluluğu kalacaktır. Topluluk içinde herkes herkes olacağı için orada hiç-kimse var olmayacaktır. Bu ister Baudrillard’ın Tüketim Toplumu ister Debord’un Gösteri Toplumu olarak kendisi göstersin prensipte işleyen ilke evin tüm dünyayı yeniden işgal etmesi ve biyolojik yaşamın kamusal yaşamı boğazlamasıdır. 

Evet, tüm korona krizi sonrası elimizde Toplum diye bir şeyin kalıp kalmayacağı oldukça şüpheli olsa da topluluk olmaya direnmek ve toplum olmakta ısrar etmek önümüzdeki tek seçenek gibi duruyor. Bu süreç sonrasında evlerden taşan yaşamın bizi topluluk yapmasına izin vermeden toplumu ve elbette kamusalı yeniden kucaklayalım! 


Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün