Haneke’nin kehaneti veya sembolik şiddetin üretim alanı olarak TELEVİZYON

Şiddet, artık, ‘seyirlik’ dansa dönüşmüştür. Hannah Arendt’in ifadesi ile ‘kötülüğün sıradanlığının’ kol gezdiği bir zaman ve zemin hazırlamakta günümüzde televizyon.

Perspektif
1 Temmuz 2020 Çarşamba

Ömer Özbey


Kitleleri yönlendirmede çok etkin bir güce sahip olan televizyonun yarattığı gerçeklikle, özellikle de görselliğin ön planda olduğu çağımızda ideolojileri ve duyguları yönlendirmede de en etkin araç olarak yer alması tesadüfi değildir. Bu bakımdan Marx’ın ideolojiye atfettiği ifadeyi televizyona refere ettiğimizde televizyonun aslında izleyici üzerinde ‘yanlış bilinç’ ve buna bağlı olarak da izleyiciyi hem bulunduğu fizik gerçekliğini yok eden, hem de zihinsel açıdan muayyen bir ‘yabancılaşma’yı üreten bir mekanizma ama belki de en önemlisi ‘şiddeti’ üreten ve meşrulaştıran bir araç olması kitle iletişim araçları içerisinde televizyonun ne denli önemli olduğunu kanıtlar niteliktedir. Çünkü şiddet, faaliyet alanı kazandığında zorunlu olarak bir ‘ötekilik’ durumunu da açığa çıkararak izleyici üzerinde yıkıcı bir etkiyi beraberinde getirir. Bu bakımdan televizyondaki şiddeti anlamak için önce şiddetin tanımı ve buna bağlı olarak Fransız Sosyolog Pierre Boirdieu’nun kavramsallaştırdığı ‘sembolik şiddet’in terminolojik tanımına bakmakta fayda var.

Raymond Williams ‘Anahtar Sözcükler’de şiddeti şöyle tanımlıyor:

‘’Violence, eski Fransızca yakınkök violence, Latince Violentina’dan-ateşlilik, atılganlık-en son aşamada Latince kök sözcük vis’den(güç) geliyor. Violence sözcüğü 13. yüzyıl sonlarından itibaren fiziksel güç anlamını edinmiştir ve 1303’te bir papaza vurulmasına atfen kullanılmıştır. Violence sözcüğü ‘şiddet kullanarak soygunculuk’ta olduğu gibi ilk anlamı fiziksel saldırı iken, tanımlaması kolay olmayan biçimlerde de çok yaygın bir şekilde kullanılması nedeniyle artık güç bir sözcük. Güçlük, tehdit olarak şiddet anlamı ile denetlenemeyen davranış olarak şiddet anlamını birbirinden ayırmaya çalıştığımızda başlar. Sözcükteki değişikliğe rağmen fiziksel güç değil de ’denetlenemeyen’ anlamı çerçevesinde yüksek sesli ya da hararetli sözel eleştiri de violent diye tanımlanmıştır.” (Williams, 399-401)

Defne Öznür Çöloğlu ise şiddeti tanımlarken Williams, Zabrack ve Joy’un ifadelerine yer verir: “Şiddet, yaralanma ve ölüme neden olan veya o potansiyele sahip fiziksel agresif davranışlardır.” (Televizyon Mesih Mi, Şeytan Mı?)

Şiddetin yorumlanmasına ilişkin sınırlama ve sorunlara değinen Philip Schlesinger, sınır çizgileri belirgin, yaygın kabul görmüş bir şiddet kavramının olmadığından bahseder. Schlesinger şiddeti, ‘kavramsal değersizleştirme’ veya ‘entropiye’ maruz kalan bir terim olarak ele alır. (Schlesinger,1994)

Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun alamet-i farikası olarak niteleyebileceğimiz ‘simgesel şiddet, “açık şiddetin imkânsız olduğu yerde şiddetin büründüğü kibar, gizli biçimdir.” Bu, aslında toplumsal hiyerarşide bir tür uzlaşım (consensus) kurma kaygısından da kaynaklanır. Çünkü Schlesinger’in Harry Pross’tan aktardığı gibi, “simgesel şiddet, anlamın geçerliliğini göstergeler yoluyla, başkalarının kendilerini bu anlamla özdeşleştirmelerini sağlayacak denli etkili kılma gücüdür.” (Schlesinger) Dolayısıyla da geleneksel olarak ifade edebileceğimiz fiziksel şiddetin ihmal edilerek post-modern çağda kendisini rızaya dayalı, uzlaşımcı bir kavram düzeyi olarak ortaya çıkması ‘ben ve öteki’ muadilleri arasındaki her türlü söylem ve eylem tarzını derinleştirmiştir. Bu derinleştirme en çok da siyasal nitelikli söylem biçimleriyle simgesel seçkinler olarak tabir edilen gazeteciler, kanaat önderleri, sanatçılar vb’lerin kitle iletişim araçları eliyle üretip dolaşıma sokmaları ve bu söylemleri kitlelerde aidiyetleştirmeleri şeklinde tezahür eder.

Marx’ın kapitalist iktisadi sistemin üretim mantığını anlamak için kavramsallaştırdığı yabancılaşma (alienation) ile televizyonda üretilen her türlü ideolojik içeriklerle hem kendimize, hem dış dünyamıza yabancılaşıyor hem de gerçeklik ile olan bağımız koparılıyor. Fransız Sosyolog Baudrillard bu durumu ‘simülasyon’ olarak niteliyor. Yani gerçeğin kendisi değil fakat gerçeğin yerini alarak bir anti-gerçeklik yaratan araç olarak işlev görür televizyon. Baudrillard’a göre, “televizyon, izleyicisini gerçekliğe yaklaştırmaz; onu edilgenleştirir,” böylece izleyici gerçek dünya ile televizyondaki dünya arasındaki farkı deneyimleyemez.

Her gün maruz kaldığımız/bırakıldığımız televizyon ekranı, Pandora’nın Kutusu gibi yüceltici şiddet içerikleriyle kötülük saçıyor. Zihinleri ve duyguları esaret altına alarak bir makul, gönüllü ‘postmodern köleler’ üretiyor. Bu aygıta İngilizlerin ‘idiot box’ demeleri çok manidar olsa gerek. Her akşam izlediğimiz haber programları ve bilhassa sabah kuşağında kriminal düzeyde ‘ceset arama’ paranoyasına dönüşen ve “Katil Kim?” sloganının havada uçuştuğu ‘post’-reality şovlardan tutun da her türlü kültürel dezenformasyona yol açan kitch düzeyinde kadın ve yarışma programları ve ‘eşkıyalığın televizyona hükümran olduğu’, 1940 ila 50’li yılların Film Noir’leri kasvetinde, İtalyan Spagetti Westernleri bile geride bırakan iptidailikte şiddete ve ölüme kutsanan adak misali mafya dizileri, başlı başına pagan Roma’daki Gladyatör Arenası’nı aratmayan distopik bir şehvetle hem izleyiciyi etkisi altına almakta hem de şiddeti üreten, meşrulaştıran ve sıradanlaştıran bir araca dönüşmektedir. Yani şiddet, artık, ‘seyirlik’ dansa dönüşmüştür. Hannah Arendt’in ifadesi ile ‘kötülüğün sıradanlığı’nın kol gezdiği bir zaman ve zemin hazırlamakta günümüzde televizyon. Ne yazık ki adına RTÜK adı verilen denetleme kurumunun bu tür içerikleri (çeşitli haber ve programlar, diziler, reality şovlar, yarışma programları vb.) hangi saiklere, kriterlere göre denetlediği ise sadece soru işareti olarak kalıyor. Bu da elbette televizyondaki farklı bir yabancılaşmanın, televizyondaki ‘sanal’ simgesel şiddetin farklı bir fraksiyonu.

Simgesel şiddete örnek olarak özellikle de şiddeti filmlerinde beklenmedik bir metaforla psikanalatik bir soğukkanlılıkla elen alan Avusturyalı yönetmen 

Michel Haneke’nin 1992 yılında çektiği ‘Benny’nin Videosu’ adlı psikodramatik filmini örnek verebiliriz. Benny 14 yaşında ailesi ve çevresinden neredeyse izole olmuş ve zamanının nerdeyse tamamını odasında dışarıdan aldığı video kasetlerle (çoğu şiddet içerikli videolar) ‘televizyonu’nun başında geçiren burjuva bir ailenin çocuğudur. Benny şiddet içerikli videoları o kadar içselleştirmiştir ki bu videolar Benny’nin bir nevi katarsisi, rahatlama alanı olarak işlev görür. Ve aynı zamanda Benny odasına bir kamera yerleştirmiş ve gerçekliği/dışarısını televizyon üzerinden izleyerek, gerçekliği manipüle ederek, gerçekliğin ilkamesini ‘gerçekdışı ekran’ üzerinden Baudrillard’ın ifadesiyle gerçek dünya ile televizyondaki dünya arasındaki farkın deneyimlenemediği bir dünya/alan yaratmıştır kendisine. Benny bir gün video kaset dükkanında yaşıtı bir kızla tanışır ve onu eve davet eder. Benny davet ettiği kıza, ailesinin çiftliğinde bir domuzun vurulma görüntüsünü izletir. (Benny bu videoyu daha önce defalarca izlemiş, içselleştirmiş ve bu şiddetten kaynaklı hazza dayalı merak uyanmıştır içinde.)

Filmin odak noktası tam da burada başlıyor. Çünkü Benny, domuzun öldürülme videosuyla içinde oluşan şizofrenik hazla gerçeğin ham halini bizzat tatmak istemektedir. Ve o gerçeklik bizatihi karşısında durmaktadır. Eline aldığı hayvan tabancasıyla(videoda domuzu öldüren tabanca) eve getirdiği kızı vurur. Tabi kızın vurulma anını odasında bulundurduğu kamerayla kayda almıştır. Böylece Benny artık Gladyatör Arenası’nda bir izleyici konumunda değil bizzat Arena’ya inip Arena’daki vahşi hayvanlara ve diğer düşmanlara karşı dövüşçü / kahraman rolünde gerçekliğin ikamesini mümkün kılmıştır.

Haneke her ne kadar Benny’nin Videosu’nda ilkesel olarak burjuva bireyciliğinin ‘ahlaksızlığını’ ele almış olsa da esasen filmin ana ekseni; televizyonla üretilen enformasyonun/ dezenformasyonun mevcut hakikatleri yıkıp bir ‘reprodükte hakikat’ ikame ederek özelde bireyler fakat genel olarak da toplumu nasıl bir yozlaşmışlık, çürümüşlük ve şiddetle başbaşa bıraktığının göstermesi açısından önemlidir.

Haneke’nin kerameti/kehaneti kendinden menkul galiba. Kendimize ve çevremize bu denli yabancılaşarak ve ne yazık ki televizyon marifetiyle sıradan olanın mahkûmiyetine, tahakkümüne, bilhassa insanal olarak şiddete ve kötülüğe olan eğilimimizin su yüzeyine çıkmasıyla bu kehanete her gün şahitlik ediyoruz. Ve ne yazık ki RTÜK bir an önce yukarıda zikrettiğimiz yayınlara caydırıcı denetlemeler getirmediği müddetçe televizyon her gün ürettiği simgesel ve vizüel şiddet paganizmiyle ‘Potansiyel Benny’ler yaratmaya devam edecek.

Ve ne yazık ki televizyondan uzak durmadıkça şiddetten de uzak durmayacağımız mümkün gibi görünmüyor.

 

 

 

 



Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün