´International citizen´: Henri Pinto

Rıfat Bali’nin ‘This Is My New Homeland III’ kitabında İngilizce yayınlanan hayat hikâyesini okuduktan sonra kendisiyle röportaj yapmaya karar verdiğim Henri Pinto’nun farklı ülkelerde geçen hayat hikâyesini ilginç bulacağınızı düşünüyorum.

Dora NİYEGO Toplum
1 Temmuz 2020 Çarşamba

Önce kendinizi tanıtır mısınız? 

1959 İstanbul doğumluyum. Rahmetli babam diş doktoru Nesim (Dori) Pinto, annem ise Edirne kökenli bir ailenin kizi Nina Taranto. Uzun yıllardır Amerika’da yaşayan, altı yaş büyük ağabeyim var, Rafael Pinto. Tünel Han’da, aynı zamanda babamın muayenehanesi olan evde doğdum, büyüdüm. İlkokulu bir devlet okulu olan Maçka İlkokulunda, sonradan ünlü olan birçok sınıf arkadaşımla okudum. 1971 yılında çok genç yaşta kaybettiğim annemin okula başlamadan önce bana taktığı ‘Harun’ ismini bugün halen kullanmaya devam ediyorum. Orta ve lise yıllarını Özel Eseniş Lisesinde, üniversiteyi de Boğaziçi Üniversitesi Elektronik Bölümünde okudum. İlk işime, daha mezun olmadan, aynı dönemden iki arkadaşımla birlikte Sabancı Grubunun bir şirketi olan İnsa Avcılar fabrikasında başladım, İsrail’e gidinceye kadar da orada çalışmaya devam ettim.

İsrail’e göç etmek istemenizin nedenleri nelerdi? Oradaki yaşantınızdan ve tecrübelerinizden bahseder misiniz?

O yıllarda İsrail’e göç etmek istememin en büyük nedeni 1980 öncesi ülkemizde yaşanan terör ortamı, istikrarsızlıklar ve gelecek kaygılarıydı. Birçok akranımın aksine bizim İsrail’de yaşayan yakın akrabalarımız olmaması nedeniyle ilk altı ay bir kibutzda kaldım. Kibutz yaşantısı hayatımda güzel bir deneyim oldu. Alışageldiğimizden çok farklı bu yaşam tarzını ve özveriyle bu sistemi devam ettirmeye çalışanları takdir ettim. Ardından Berşeva’da Ben Gurion Üniversitesinde elektrik ve elektronik eğitimine devam ettim. İsrail’de edindiğim ve bugüne taşınan dostluklar, hep birlikte yenilen Şabat yemekleri, coşkuyla kutlanan bayramlar, kibutzdayken çalıştığım portakal bahçelerinde, tavuk kümeslerinde, gece yarısı nöbetlerinde biriktirdiğim anılar çok değerli.  

İstanbul’a dönüş nedeniniz neydi? Döndükten sonra neler yaptınız? 

İstanbul’a dönüşümün en büyük etkenlerden biri rahmetli babamın askerliğimi Türkiye`de yapmamı istemesi oldu. Burada en büyük şansım ilk kez yedek subay adaylarına sunulan ‘Dört aylık kısa dönem er’ olarak askerlik yapabilme imkânıydı. Burdur’da yaptığım kısa askerlik sonrasında Selim Alguadiş’in kurucusu olduğu EKA (Elektronik Kontrol Aletleri) şirketinde işe başladım. Bu şirket o yıllarda oldukça sık tekrarlanan elektrik kesintilerine çözüm olan kesintisiz güç kaynakları üretiyordu. Burada mesleğimi keyifle uygulamak ve yenilikleri öğrenmek imkânını buldum. Bu arada elektronik kadar hızlı gelişen başka bir sektör olan tıp sahasına da ilgim çok büyüktü. 1982 yılında tıbbi elektronik cihazlar sahasında isim yapmış Medtek AŞ’ye gazete ilanından iş başvurusunda bulundum ve kabul edildim. Şirketin patronu rahmetli Viktor Benbasat, kızı Gila ve damadı Aron Moaraf’dan ve burada çalışan is arkadaşım Kerime Tavaşi`den ve deneyimli mühendis ağabeyim Leon Haleva’dan bu sahada çok şeyler öğrendim. Medtek bünyesindeki mümessilliklerden biri olan Fransız CGR şirketinin (Compagnie General de Radiologie) ürün ve hizmetleri konusunda spesiyalize oldum. Daha sonra Türkiye’de doğrudan teşkilatını kuran ve GE (General Electric) grubu tarafından 1988’de satın alınan bu şirketin (GE Medical Systems) İstanbul teşkilatında teknik, pazarlama ve satış ekiplerinde çalıştım. 1996-1999 yılları arasında Türkiye satış müdürlüğü görevini yaptığım sırada Avrupa’da çalışmam için teklif aldım.

İşiniz dolayısıyla İtalya ve Fransa’ya seyahat ediyordunuz. Sonunda da eşinizle birlikte Milano’da yerleştiniz. Orada karşılaştığınız zorluklar nelerdi?

İstanbul`dayken sık sık Avrupa’ya iş seyahatlerim oluyordu. Yurtdışında ilk görevim şirketin Milano/İtalya ofisinde oldu. İtalya, Türkiye, Yunanistan ve İsrail’i kapsayan bölgenin satış organizasyonundaki verimliliği ve müşteri hizmetlerini geliştirecek kalite müdürlüğünü Milano’dan yönettim. Eşim Sibel ile İtalya`ya yerleştiğimizde ilk işimiz yoğun bir dil kursuna yazılıp İtalyancayı öğrenmek oldu. Kendimize yeni bir sosyal çevre oluşturmak ve arkadaş edinmek kuşkusuz başta kolay olmadı ve zaman aldı. Fakat İtalya’yı gezerek tanımaktan ve yaşam tarzlarını yakından öğrenmekten çok keyif aldık. Ülkenin kuzeyi ve güneyi arasındaki büyük farklılıkları bizzat yaşadık. Eşim Sibel Cuniman Pinto’nun gastronomi konusundaki merakı ve mesleki dönüşümü de burada başladı.  

Fransa’da yerleşmeye karar vermeniz nasıl oldu?

Fransa’ya yerleşme kararımız da yine aldığım bir iş teklifi üzerine oldu. GE Medical’in Avrupa genel merkezi Fransa’da Versailles yakınlarında Buc şehrinde bulunuyor. Burada hem bazı ürünlerin tasarım ve üretimi yapılmakta, hem de tüm Avrupa organizasyonunun mühendislik, satış ve pazarlama destek birimleri yer almakta. 2000’li yılların başındaki ‘internet boom’un da etkisiyle satış organizasyonuna dijital aplikasyonlarla destek veren bir birimi yönettim. Daha sonra görev alanım ‘digital marketing’ çerçevesinde genişleyerek daha çok iletişim ve dijital transformasyonla satış fırsatlarını arttırmaya ve geliştirmeye yöneldi. 

Fransa’da Paris’e yaklaşık 25 kilometre uzaklıkta yaşıyoruz. Burası iş yerine uzak olmaması yönünden yaptığımız bir tercih, yoksa 30 bin nüfuslu sessiz, sakin ve Türkiye şartlarında kasaba olarak niteleyebileceğimiz küçük bir yerleşim yeri. Hayatın ritmi daha yavaş, trafik karmaşası, gürültü kirliliği yok. Bölge yeşil ve bozulmamış, doğası güzel. Paris’in sunduğu tüm sosyal hayat çeşitliliğinden biraz uzak yaşıyoruz, ama bu bizim fırsat oldukça şehre ulaşabilmemize engel değil. 

İstanbul’daki hayatınız ile Fransa’daki hayatınızı artıları ve eksileri ile karşılaştırır mısınız?

İstanbul hayatımızı geride bırakalı epey bir zaman oldu. İlk yurtdışına çıktığımız yıllarda İstanbul’daki her şeyi çok özlediğimizi ve sürekli her şeyi kıyasladığımızı hatırlıyorum. Sanırım şimdi daha sağlıklı değerlendirmeler yapmaya başladık yaşadığımız yerlerle doğduğumuz yerler arasında. Hiç kuşkusuz en büyük eksikliklerin başında geride bıraktığımız çocukluk ve gençlik arkadaşlarımız ve ailemiz var. Burada oluşturduğumuz arkadaşlıklar daha farklı. İstanbul’da günlük sıradan şeylerin kıymetini anladık ve daha çok değer biliyoruz. Avrupa’da daha kurallı, daha organize ve toplumdan bir şeyler almak için vermenin şart olduğu bir yaşam tarzı var. Örneğin Fransızlar için derneklerde, sosyal sorumluluk projelerinde çalışmak hayatın ayrılmaz bir parçası. Biz de bundan etkilenerek 2017 yılında Sibel’le birlikte ‘Action Kashkarikas - Atıksız Mutfak’ projemizi hayata geçirdik. Okullarda, derneklerde, Yahudi kurumlarında israfa karşı tüketicileri bilinçlendirme üzerine atölye çalışmaları yapıyor, toplanan bağışları açlıkla mücadele eden çocuklar yararına çalışan derneklere aktarıyoruz.

İstanbul’daki hayatınızdan özlediğiniz şeyler var mı?

Söylediğim gibi dostluklar, arkadaşlıklar var. Güzelim Boğaz’da deniz kıyısında bir rakı - balık yemek, gemiye binip bir çay içmek var. Dostlarla bir araya gelip ortak geçmişimizi, acı tatlı anılarımızı paylaştığımız sohbetler var. Ana dilinde sevdiğin bir şiiri, bir şarkıyı dinlemek ve ona eşlik etmek var. Tünel ve Beyoğlu sokaklarında dolaşıp nostalji yapmak var. Türk Sefarad yemekleri konusunda şanslıyım, eşim profesyonel olarak mutfakla iç içe olduğundan yemek özlemlerimi kendisine iletiyorum, sağ olsun yardımcı oluyor. 

Kendinize ‘international citizen’ (ülkelerarası vatandaş) demenizin nedenleri neler?

21 yıldır Türkiye dışında olmak, dört farklı ülkede yaşamış olmak, ana dilim dışında beş farklı yabancı dilde derdimi anlatabiliyor olmak, işim nedeniyle 40`ı aşkın uyruktan insanla çalışma ve yaşama ortamlarında bulunmak… Fakat her şeyin ötesinde, nerede olduğumuz ve neyle uğraştığımız bir yana, insanlığın bir ortak payda olduğuna içtenlikle inanıyorum.   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün