Diyalog

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba
Geçtiğimiz hafta içinde Fransız TV5 kanalında izlediğim ve Elie Wiesel’in de katıldığı bir programda değişik kimliklerden gelen düşünürler, ait oldukları toplumları en çok etkileyen akımları tartıştılar.
1789 Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi sonrası Avrupa’sında hayat bulan milliyetçilik kavramı, sermaye – emek ilişkisi, Orta Çağ Avrupa’sının din odaklı yaşantısını sarsar… Son yüzelli yıllık döneme damgasını vuran fikir akımları uluslararası ilişkilerde belirleyici olur. İmparatorlukların yerini, gücünü halktan aldığı iddiası ile ortaya çıkan totaliter rejimler alır : İspanya’da Franco, İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler, Rusya’da Stalin gibi… Diyaloga kapalı, bir nebze megaloman öğeler içeren bu rejimler, ilham aldıkları fikir akımlarının oluşturdukları teorik hatların çok ötesine çıkarlar, ve kendinden olmayanları, en hafif tanımı ile yok sayarlar.
Devlet her şeyin üstündedir fikrini "Deutschland Über Alles" şeklinde özetleyen Nazi hareketinin yarattığı etkiler, insan her şeyin üstündedir fikrini temel kabul eden sosyalist / komünist hareketin yarattığı etkilerden çok değişik değildir.  Birbirleri ile savaşmış , hayat görüşleri taban tabana zıt olsa bile, yarattıkları etkiler göz önüne alınacak olursa, insanlık tarihine bıraktıkları miras onları onurlandırmaktan uzak olacaktır. Programa katılan Arnavut şairin söylediği gibi, "onlar insanı insan yapan hiçbir şeye – örneğin sanata, edebiyata – dahi izin vermediler…" çünkü bireyin bu yöndeki gelişimini rejimlerinin geleceği için tehlikeli buldular.
Günümüzde, arkaya baktığımızda, totaliter rejimlere kıyasla daha kırılgan görülen demokratik rejimlerin, toplumsal birçok soruna rağmen, refah içinde yaşadığına tanık oluyoruz : S.S.C.B. ve arkasından tüm Avrupa komünizminin çökmesi, ve yerine sorun ve zorluklarına rağmen, demokratik sistemlerin oluşması bunun kanıtıdır hiç şüphesiz.
Ancak, demokrasi bir süreçtir, ve gelenekselleştikçe başarılı olur… Yani bu yaşam şeklinin toplumda kurumsallaşması gerekir. Kurumsallaştıkça kırılganlığı azalır, ve emanet duran bir rejimden, sahip çıkılan bir rejime dönüşür.
Demokrasinin temelinde diyalog yatar. İnsan ve toplum birimlerinin birbirlerini kabul etmeleri, birbirleri ile konuşmaları, istek ve şikayetlerini birbirlerine söylemeleri, bu konuda birbirleri ile – belki lafı çok hoş değil ama – pazarlık yapmaları yatar. Bu tanımanın olmadığı ortamlarda ise kaos, sürtüşme ve savaş olur. Son olarak Karadağ’ın Sırbistan’dan ayrılması ve bağımsız bir devlet oluşturması, bölgenin son on – onbeş yıldır içinden geçtiği olaylara bakılırsa, umut verici bir örnek oluşturuyor.
Bu anlamda, içinde bulunduğumuz yüzyıla, en azından şu ana dek damgasını vuran din temelli radikal söylem ile, bu söylemin sahiplerinin neyi amaçladıklarını irdelemek, demokrasiyi ve diyalogu özümsemiş insanlar için bir görev olmalıdır. Orta Doğu’da Arap – İsrail çatışmasında olsun, Afrika’da etnik esaslı sürtüşmelerde olsun, totaliterlik kokan fanatizmi bir yana bırakarak, karşısındakinin yaşam hakkını tanımak ve ona saygı duymak, bölgesel ve küresel bir çok sorunun çözümüne hizmet edecektir.