Karamsar miyim yoksa?

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

İnsan ilk çağlardan bu yana hep doğaya sahip çıkmayı, onun gizemlerini ortaya çıkararak onu yönetmeyi denedi… Bu yolculuğunda kâh başarılı oldu, kâh hüsrana uğradı. Çalışmalarında gördü ki doğa, doğurganlığı ile, cömertliği ile, acımasızlığı ile hep bir âhenk içinde… Gördü ki o, ne zaman bu âhengi bozsa, ne zaman doğadan kendisine verdiğinden fazlasını istese veya almaya kalksa, başı derde giriyor…
Geçtiğimiz hafta başında Ayvalık ormanları tüm güzelliği ile yok oldu. Daha önce Marmaris, Bodrum, Fethiye ormanlarının paylaştığı kadere boyun eğdi. Tıpkı birkaç sene önce, çocukluğumun ormanlarının Burgaz’da yitip gitmesi gibi… O gün televizyonda izlediğim korkunç görüntüler karşısında ağladığımı hatırlıyorum; ancak ne yazık ki, gözyaşlarım yangına çare olamamıştı…
Türkiye’mizde her sene birçok değer parmaklarımızın arasından kayıp gidiyor… Orman olsun, tarihi eser olsun, insan olsun, birçok güzellik bir daha geri gelmemecesine geçmişe gömülüyor. İhmalkârlıktan, becerisizlikten, kadercilikten; “Ben yaptım oldu”culuktan; “İdare et abi”cilikten ; “Bir şey olmaz”cılıktan dolayı gidiyor bu değerler. Yeteri kadar romantik olamamaktan, yeteri kadar bilimsel davranamamaktan, hayatı tek düze yaşayıp dünyada gelişen olayları ıskalamaktan oluyor bunlar…
…Bunların arkasından ağlayamıyoruz bile… İnsan sevdiğinden ayrıldığında, onu özlediğinde ağlar. Bir başarı, bir özlem, bir güzellik gözlerinin dolmasına neden olur.
Onun için değer taşıyan bir “şey” karşısında yaşlar boşanır ve yanaklardan süzülür gider.
…Türkiye yitirdiklerinin arkasından ağlayamıyorsa, onlara gerçek değerlerini vermiyor değil midir?
Tıkalı trafikte sürücülerimiz neden ısrarla şerit değiştirirler? Trafik lambaları kırmızıdan yeşile döndüğünde neden taciz dolu kornalar birbirine izler? Neden otellerin veya işyerlerinin asansörlerinde karşılaşan; fakat birbirlerini tanımayan insanlar selamlaşmazlar? Sıcak yaz gecelerinde, Boğaz’da denize karşı koyu sohbete dalan kent sakinleri, neden çıtırdattıkları ayçekirdeklerinin kabuklarını yere atarlar? Piknikçiler neden mesire yerlerini âdeta savaş alanına çevirip terk ederler? Serinlemek için denize girilmesi tehlikeli olan, örneğin Şile gibi yerlerde, insanlar neden uyarılara aldırmazlar? Sağanak yağmurların arkasının sel olacağını bile bile neden dere yataklarına ev yaparlar? Yangın anında itfaiye arabalarının geçmesine engel olacağını bile bile neden park yapılmaması gereken yerlere araçlarını bırakırlar?
Eğitimsizlikten dolayı… Sosyal davranamamaktan dolayı... Geçmişe, geleceğe saygı duymamaktan dolayı… Çevreye duyarlı olmamaktan dolayı…
Eğitimi öğretime indirgemiş bir sistem içinde gençlerimiz, toplumsal eğitimden uzak yetiştiriliyor . Sosyal davranışın, birbirine saygı, sevgi ve güven temeline dayandığını bilmiyor ; ancak, bilmem hangi dağın yüksekliğini, veya bilmem hangi savaşın tarihini öğreniyor. Toplum içinde yaşamanın, fedakar olmayı, hoşgörülü olmayı gerektirdiğini bilmiyor ; ancak, bilmem hangi bitkinin hücre yapısını, bilmem hangi elementin periyodik cetveldeki yerini öğreniyor. Öğreniyor çünkü yoksa lise ve yüksek okul öncesi önüne konan engelleri aşamayacak. Zaten öğreniyor, ve kuvvetle muhtemeldir ki sonra unutuyor.
“Savoir vivre” Fransızların güzel bir deyişidir. Öyledir de, bu, anlamını bozmadan Türkçe’ye nasıl tercüme edilir diye düşünüyorum bir süredir… “Yaşamayı bilmek” her hâlde biraz basit kalır. Düşünüyorum! Hakkını verecek basit bir sözcüğe ulaşamıyorum…
İşte sanırım toplumsal yaşantımızda tanımlayamadığımız incelik burada yatıyor…