BENİM DÖRT ASLANIM

Luiza UÇKİ Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Albert ve Dora bir kız üç erkek çocuk sahibi bir çifttir. Onlar yavrularına adeta taparlar.
Albert çocukları için herşeyi yapmaya hazır bir babadır. Her gece ellerini açıp dua eder: “Allah’ım bana dört evlat verdin, dört aslan yavrusu. Onlara mutluluk, şans, sıhhat ver Yüce Tanrı’m.”
Dört çocuk yetiştirmek, büyütmek kolay değildir. Dora bütün gün ev işleriyle uğraşır. Albert birkaç işte birden çalışır. Ve kendi kendine: “Varsın yorulayım biraz. Evlatlarıma değmez mi? Canlarım iyi olsunlar yeter” diye düşünür.
Ailenin gelenekselleşmiş bir olayı vardır. Havalar açar açmaz her pazar günü birlikte piknik yaparlar. Albert tüm yükü tek başına yüklenir. Yardım etmek isteyen çocuklarına izin vermez: “Yürüyün hadi, vakit kaybetmeyelim” der. Tüm piknik gereçlerini o tek başına taşır. O kadar mesuttur ki keyfine diyecek yoktur. Ailesi yanındadır. Hava güzeldir. Kendini çok güçlü hisseder. Canı gibi sevdiği ailesi için birkaç ağır çanta ona vız gelir.
Masalar kurulur. Birlikte toplar oynanır. Herşey masal gibidir. Albert bir an oturup ailesini seyreder. Sonra karısına: “Dorika dört çocuk sahibi olmak varya dört fabrika sahibi olmaktan bin kat daha değerli. Param yok, olmasın aile zenginliğim var ya yeter” diye belirtir.
Mutludurlar gelecekle ilgili tasaları, kaygıları yoktur. O anı doyasıya yaşarlar. Bir ebeveyn olarak çocuklarına en önemli öğeyi verdiklerini düşünürler: “Mutluluk”. Yavrularının çehreler mutluluktan ışıl ışıldar. Hepsi Pazar günlerini iple çeker.
Bir pazar piknik dönüşü Albert yine ağır yükünü alıp yürürken kalbinde bir ağrı hisseder. Belli etmemeye çalışır. Kimseyi üzmek istemez. Biraz durur. Ardından devam eder. Kalbindeki ağrı geçmez.
Ertesi gün bir doktora gider. Doktor: “Önemli bir sorun yok şimdilik ama yine de kendini aşırı yorma. Genç değilsin artık” der. Doktora: “Ben babayım doktor bey. Hem de dört çocuk sahibi bir babayım. Nasıl yorulmam ki! Olsun aslanlarıma herşeyim feda olsun” der.
Hayatının akışında hiçbir şey değiştirmez. Yıllar yılları takip eder. Çocuklar okurlar teker teker mezuniyet günlerine gidilir. Albert ve Dora bol bol gözyaşı dökerler mutluluk ve kıvançtan. Hepsi yavaş yavaş evlenip yuvasından uçar. Her biri mutludur. Durumları da iyidir. Keyiflerine diyecek yoktur. Ardından bir gün yaşamlarının en dar geçidine girerler. Dora rahatsızlanır ve bu dünyaya gözlerini yumar.
Albert çok üzgündür. Dile kolay. Tam Kırk yıldır aynı yastığa baş koyduğu biricik eşini kaybetmiştir. Acısını içine gömer çocuklarına destek olur. Cenaze töreni bitimi çocuklarını toplar: “Biliyorum çok üzgünsünüz. Ben de öyle ama aileler böyle kötü günlerinde birbirlerine destek olmak için vardır. Ayrıca beni düşünmeyin. Ben evimde kendi rahatımda kalmak istiyorum. Lütfen kimse bana bu konuda ısrar etmesin” der.
Albert çocuklarına yardımcı olur. Hep dimdik ayaktadır.
Birkaç ay geçer kızı arar: “Baba bugün Pesah ya, dışarıda yemek yiyemiyoruz diye piknik yapmaya karar verdik. Kendi yemeklerimizi de taşıyacağız. Sen de gel lütfen” diye ısrar eder.
Albert onu kırmaz. Ardından oraya büyük oğlu ve ailesi de gelir. Albert hemen cep telefonuyla diğer iki oğlunu çağırır: “Çocuklar burası çok güzel, gelin. Çocuk parkı da var, eğlenirler” der.
Onlar da gelirler. Seneler sonra ilk defa Albert dört çocuğuyla beraber piknik yerindedir. Tek eksik biricik eşidir. Gururla onları seyrederken hiç fark etmediği birşeyi görür. Dört çocuğu sanki kardeş değil gibidirle. Hepsi geldikleri arkadaşlarıyla bir arada oturup sohbet ediyorlardır. Birbirinden ayrı dört yapraklı yonca misali karşı karşıya otururlar. Hepsi kendi ailelerine kendi çocuklarına bakarlar. Kimsenin onunla da ilgilendiği yoktur. Bir köşede oturup kalır. Gitse farkına varmayacaklardır. İlgi, alaka sıfırdır. Albert şaşkındır. Oğlunun arkadaş grubundan birinin annesine doğru döner. Kadın, üzgün bir tavırla “Duygularınızı çok iyi anlıyorum. Benim bir oğlum üç kızım var. Tüm hayatım boyunca çocuklarım için didindim durdum. Onları evlendirdim. Kocam da çok çalıştı. Şimdi kendimi onların yanında yabancı hissediyorum. Bana maddi yardım yapmalarını bile istemiyorum. Rahmetli babam derdi: ‘Baba veririrken çocuk güler, baba güler. Baba alırken, çocuk ağlar, baba ağlar’ diye çok doğruymuş. Siz de aynı tuhaf duyguları yaşıyorsunuz değil mi Mösyö Albert?” diye sorar.
Albert de çok huylanmıştır. Gözyaşları sel olmaya başlar. Kimsenin görmeyeceği bir köşeye giderler: “Dört çocuğumu yetiştirmek için çok uğraştım. Onların mutlu olması ve birlikte olmalarını çok arzuladım. Şimdi hepsi ayrı telden çalıyorlar. Herkes sadece kendi ailesini görüyor. Beş saattir buradayız. Bana bir “Merhaba nasılsın baba?” deyip arkadaşlarının yanlarına çekildiler. Ardından kimse benimle ilgilenmedi bile. Senelerce sevgimle yoğurduğum çocuklarım ne kadar hissiz olmuşlar? Nerede o kardeşlik yakınlığı nerede o baba sevgisi? Neden böyle kopuk, ruhsuz birer yaratığa dönüştüler” der. Kalbinde bir ağrı hisseder. Seneler önce yine bir piknikte kalbine saplanan bu ağrı yine yüreğini sıkıştırır ama bu sefer onunla baş edecek gücü yoktur. Yere yığılır ve çocukları koşarlar. Cebinde bir ilaç var mı diye aramak isterler. Cebinden siyah beyaz eski bir fotoğraf çıkar. Resim seneler önce gittikleri bir pazar pikniğinde çekilmiştir. Hepsinin yüzü ışıl ışıldır. Babası dört çocuğunun etrafını kalemle daire içine almış üstüne de “Benim dört aslanım” diye yazmıştır. Hepsi birbirlerine acıyla bakarlar. Aniden dört bir yandan feryatlar yükselir...