Uygarlik tarihinden notlar

Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba
Son dönemde William McNeill’in “Dünya tarihi” adlı eserini okumaya başladım. Bugünlerde piyasa ardı sıra çıkan popüler tarih veya popüler siyaset kitapları, akademik bir temele dayalı eserlerin önemini her zamankinden daha fazla arttırdı. Zira popüler kitapların yazılış felsefesi kanımca ekonomik kazanç elde etmeye dayanıyor. “Hayatta her şey para değil” sözünü tanırız; aynı cümle, kitaplar için de geçerli. Her kitap, öncelikle gelir sağlaması için değil. İşte, ilk basımı 1967’de yapılan ve 1979’daki güncelleştirilen “Dünya tarihi” böyle bir eser. İçinde birçok bilgi var, dolayısıyla ağır ağır okuyorum. Tuttuğum notlardan küçük bir bölümü paylaşmak isterim.
“İnsanlık tarihi tam anlamıyla ne zaman başladı?” diye soracak olursanız, cevabı şöyle: kültürel evrimin, önceliği biyolojik evrimden almasıyla en kesin ve özel anlamda insanlık tarihi başlamış oldu. Milattan 100 bin kadar yıl önce Afrika’da dağınık avcı takımları yaşardı ve ilk etapta bebeklik ve çocuk dönemi modern insana göre kısaydı. Anne- babaya bağlılığın, çocukluk döneminin uzaması ve öğrenme kapasitesinin artması sonuç olarak, buluş ve bulguları bilinçli bir şekilde koruyacak ve aktaracak düzeye bireyin gelmesiyle insanlık tarihi başladı. Yine de var oluşumuzun %90’ı avcılık ve toplayıcılıkla geçti.
Avcılık, yürekliliğe ve şiddete dayanıyordu. Çitçiliğe geçişle ileri görüşlülük ve insanın kendini tutabilmesi önem kazandı. Çiftçilikle üretkenliğe kavuşan insanoğlu, medeniyeti geliştirecek çalışmalar yapmaya başladı. Bu nokta üretkenliğin şiddet karşısında dengeleyici bir unsur olduğunu görebiliriz. Yine de basit aletlerle başlayan savaş teknolojisi gelişti: önce savaş arabaları, ardından demirin kullanılması, süvari birlikleri, düzenli orduların kurulması... kısaca silaha dair evrimleşme süreci hep yer aldı. Öyleyse “savaşsız bir dünya”, ütopik bir düşünce mi?
Kitaba göre, M.Ö. 1700’den 500’e kadar, Ortadoğu’da kozmopolit bir yapı olmak üzere, dünyada başlıca üç uygarlık belirdi: Hint, Yunan ve Çin. Üçünün de aralarında benzerlik ve farklılıklar olsa da, “insanın her yerde insan” olduğuna dair öğeler dikkat çekiyor. Özellikle de nerede olursa olsun bir yönetici ve din adamları sınıfının varlığı... Savaşların yanında siyaset ve din, insanlık tarihinin temelleri diyebiliriz.
Yazı, yumuşak kil üzerine bir kamış parçasının sivri ucuyla işaretler konarak, Sümerler tarafından bulundu. Killer, fırına verilince katılaştı ve ilk belgeler oluşmaya başladı. İsimler, resim, resimler hecelerle ifade edildi. M.Ö. 1300’de alfabe bulundu. Arapça ve İbranice, sessiz harflerde oluşan yapısıyla, dünyanın en eski alfabeleri olma özelliğinde...
Çin uygarlığının ortaya çıktığı Sarı Irmak bölgesinde Muson iklimi hakimdi ve bu iklime uyum sağlayan besin pirinçti. Pirinç tarımı için hayvan gücünden çok, su gerekliydi; alınan ürünse boldu. Çin’e barbar akımların, dünyanın diğer yerlerine göre daha az olduğunu da tabloya eklersek, günümüzde Çin’in neden dünyanın en kalabalık nüfusa sahip ülke olduğunu anlamaya başlıyoruz gibi...
Buda, “aydınlanmış kişi” demektir. Kast’ın hakim olduğu Hindistan’da Budizm’in bir etki- tepki sürecinin sonucu olarak doğduğunu görüyoruz. Budizm’in kurucusu Prens Guatama’nın sunduğu öğretilerin, üç semavi dininle nasıl kesiştiğini okuyoruz. Benzer bir şekilde Çin’de Konfüçyüs’ün erdem üzerine öğretileri, yüzyıllar boyu insanları etkiledi, günümüze kadar geldi. İyi ve kötü arasındaki dengenin sımsıkı Tanrı’ya bağlı olduğu bir düzene kıyasla, insanın rolü ve yapabileceklerini anlatıyor hem Prens Guatama hem de Konfüçyüs. Bu konuda Avrupa kültürünün temelini ise Yunanlılar kuruyor. Yunan topraklarına akınlarla gelen düşünce ve yerel inanç çarpışınca, ara çözüm doğuyor: dünyanın ve insanın doğası hakkında özel düşünce kurguları öneren felsefenin ta kendisi!
Kitap daha birçok ilginç bilgiye ev sahipliği yapıyor. Konular akıcı ve anlaşılır bir dille anlatılıyor. “Dünya tarihi” ve bilimsel temele dayalı benzer eserlerden edineceklerimiz, inanıyorum ki bugünü anlama sürecinde de bize rehberlik edecektir.