Mario Levi: “Kitabımı 78 kuşağına ithaf ettim”

Mario Levi, yeni romanı “Karanlık Çökerken Neredeydiniz” ile 70’li yılların Türkiye’sine ışık tutuyor. 70’lilere duygusal bir açıdan yakın kalan Mario Levi ile, o dönemi ve bugüne yansımalarını, duyarlılığı, Şebnem karakteri üzerinden psikiyatriyi ve gençleri konuştuk...

Perspektif
21 Ocak 2009 Çarşamba

David Ojalvo

 

Necmi karakteri ile 70’li yıllara uzanmak istiyorum. 70’li yıllar nasıldı?

Şimdi, aslında şöyle bir mekanizma benim içimde devreye giriyor. Birtakım şeyleri geride bırakıyoruz. Uzaktan baktığında, diyorsun ki “çok güzeldi”... Ama iyi hatırlamaya başladığında “her şey o kadar güzel değildi” diyorsun. Çok büyük bir şefkat, çok büyük bir sevecenlikle o yıllara bakıyorum. Çok önemli yıllardı. Belki herkes bunu yaşar; ama artık belirli bir yaşa geldiğim için, üniversitede olan gençlere baktığımda, bir konuda bizim kuşağın çok gerisinde olduğunu düşünüyorum. Özellikle siyasi olaylara karışmış olanlar... Ben çok duygusal olarak yakınındaydım bu işlerin. Hiçbir zaman bir örgüt faaliyeti içinde olmadım; ama çok yakındım. Zaman zaman karşı oldum, zaman zaman içinde; ama yakındım. O insanları tanıyorum. Güzel olan, o insanlar çok hassas insanlardı... Her ne kadar temelde çok sert insanlar gibi görünseler de çok hassas insanlardı. Bir idealleri olan insanlardı. “Acaba yeni ne katabilirim” diye düşünen insanlar... “Bu ülkeyi nasıl değiştirebilirim” sorusunu sordular. Haliyle egoları çok yüksek insanlar değildir. Sanki daha çok kitap okuyan, daha çok anlamaya çalışan insanlardı.

Mesela ben öğrencilerimle konuştuğumda, “gelecekle ilgili idealiniz, tasarılarınız, hayalleriniz nelerdir” diye sorduğumda neredeyse her on öğrenciden sekizi “iyi bir meslek sahibi olmak” diyecektir. O dönemde ise “daha güzel bir ülkede yaşamak” ideali vardı. Daha adil bir ülkede yaşamak... Toplum idealinden söz edebiliriz... Bu anlamda o kuşağı çok seviyorum; ama aynı zamanda o kuşağı son derece naif buluyorum. Sadece belli bir ideal vardı. Nitekim 12 Eylül Darbesi’yle birlikte ve ondan sonraki gelişmelerle birlikte, bunun temelleri atıldı. Bugüne eğer, tartışmasız bir AKP iktidarı varsa, bunun sebebi de 12 Eylül’de bütün o solun yok edilmesidir. O kuşağın tamamıyla darmadağın edilmesidir. Bir sol muhalefetin olmaması, bir sol varlığın olmamasıdır. 78 kuşağı sonradan hiçbir yere gelemedi, hiç bir şey olmadı... Pek az insan bir şeyler yapabildi; ama o insanların çoğu ya dağıldı ya da saçma sapan işlere girdi. Birçok insan tanıyorum... Necmi karakterinin oluşmasında bu var... Hiçbir yere gelemeyen, bir şey olmayan, tamamıyla üzerinden bir silindir geçmiş, değişme son derece hazırlıksız yakalanmış bir kuşak... Güzel yanı işte bu naif olan tarafı. Hatta bu naiflik İzi ile Necmi’nin buluşmasında çok açığa çıkar. 50’li yaşların ortasına gelmiş insanlar, birtakım olayları hatırlarlar. Özellikle küfürlü konuşmalar; ama bunu bilinçli olarak yaparlar. Niso da öyle biridir. Atlatmış olduğu birçok badireye rağmen çok temiz, çok masum kalan bir tarafı vardır Niso’nun da... Bu kuşak, böyle bir kuşak... Şimdiki kuşak çok daha gerçekçi, çok daha aslında hayatı adına belki biliyor gibi görünen; ama o günlere oranla daha şahsi... Bu nedenle ben kitabımı 78’ kuşağına ithaf ettim.

Sert görünüşlerinin altında aslında çok hassas insanlardı. Bir toplumsal adaletsizliğin karşısında canları pahasına bir mücadeleyi göze aldılar. Daha derine inildiğinde şöyle bir analiz de yapabilir. Varoluşçu bir şey de var... Öyle var olma yolunu, oradan giderek var olma yolunu seçmişlerdi... Doğru veya yanlış; ama bunu seçmişlerdi... “Ben burada varım.” Bugünkü kuşak, çok daha gerçekçi, daha bireyci... Bu da gerçek... 20 yıl sonra nasıl bir dünyada yaşayacağız bilmiyorum ama hep şunu söylüyorum: böyle olunduğu için zaten Türkiye’de böyle bir hükümet bu kadar baskın...

Komplo teorilerini hiç sevmem; ama bunun ciddi bir şekilde plan olduğunu görüyorum. Bunun çok profesyonelce bir planın parçası olduğuna inanıyorum. 12 Eylül’le birlikte tehlike olabilecek solun yok edilmesi, ondan sonra zeminin hazırlanması ve sonuç... Bunu da bu olayların içinde tanıdığım bir arkadaş söylemişti. “Üç ana akım vardı,” dedi. Bir tane her ne kadar fraksiyonlara bölünmüşsek devrimciler vardı, mücadele ettiğimiz ülkücülerdi, MHP’lilerdi. “Ak gençlik” dediğimiz Müslüman kesimse en marjinal ve en küçük olan. O, önemsizdi.. Vardı Ak gençlik çok iyi hatırlıyorum, zaten “AK Parti” adı da oradan gelmediler; ama onlar çok marjinaldi, çok küçüktürler. Şimdi onlar iktidar oldu. Bunun çok böyle tesadüfi olmadığını açıkçası düşünüyorum, ama işte kimi insanlar hazırlıksız yakındılar. Bu kadar açık.

O yıllarda başka ne gibi farklılıklar vardı?

Çok güzel yıllardı ve düşünüyorum, edebiyatta bugünküne oranla daha iyi bir dönemdi... Müzikte daha iyi bir dönemdi... Kültürün birçok alanında çok daha iyi bir dönemdi. Sinemada değildi. Edebiyata ve müzikte, özellikle çok daha iyi bir dönemdi. “Bugün birçok şey çok daha çabuk tüketiliyor”, diye düşünüyorum. Mesela 70li yıllarda Türk edebiyatında çıkmış olan birçok büyük şair... Bugün öyle büyük şair olmadığını düşünüyorum. Müzikte örneğin o kadar renkli kişilikler... Cem Karaca, Barış Manço, Fikret Kızılok, Bülent Ortaçgil gibi isimler yok bugün. O dönem böyle bir dönemdi; ama tabii ki bugünküyle mukayese edilmeyecek eksikleri de olan bir dönemdi. “Tekrar 70li yıllara dönmek ister misiniz” sorusuna yanıtım muhtemelen “hayır”dır. Böyle bir şeyi yaşamış olmak, benim için çok önemliydi. Eğer bunları yaşamasaydım, zaten bu roman çıkmazdı.

Necmi’nin gördüğü işkenceler, bir gözünü kaybetmesi... Bunlar yeni yeni gündeme geliyor...

Yeni yeni gündeme geliyor ve tabii buradan yola çıkarak çok şey söyleyebiliriz. Türkiye yaslarıyla yüzleşmeyen bir ülke. İnsanlar için de öyledir. Yaslarınla yüzleşmezsen, iyi gitmez bazı şeyler hayatında... ve seni onlar sürekli kovalar. Bunlarla yüzleşmedi henüz Türkiye... Bir yolun açılması lazım. Bunları çok içerden, Necmi gibi yaşayanlar, anlatmıyorlar. Anlatmamalarının da anlaşılabilir sebepleri var. Mesela bana dendi ki iki nedenden ötürü anlatmıyoruz, anlatamıyoruz. Birincisi, yara henüz kabuk bağlamadı. O günlere dönmek istemiyoruz. İkincisi, öyle bir geçmişim olduğunu şimdi bilinmesini istemiyorum. Bu da çok ilginç.

Buna benzer birçok şeyle yüzleşmiyor Türkiye... Yeteri kadar yüzleşmiyor. 1915 Olayları’yla yüzleşmiyor yeteri kadar... Buna herkes bir şekilde çanak tutuyor. Hâlâ “biz çok güzel yaşıyoruz” teraneleri sürdürülüyor... Bir sorunumuz var. Her yerde Türkiye’nin böyle bir problemi var. Dolayısıyla bunlarla yüzleşmek gerektiğine inanıyorum ve herkes yapabildiğini yapacak...

O dönemin çok yakınındaydınız ve duygusal bir boyutta kaldığınızı söylüyorsunuz. Bu romanla birlikte yolu açmak gibi bir misyon mu ediniz?

Edindim. Ben kendi yorumumu getirdim. Bugün, o zaman yaşananları böyle taşıyorum ve böyle yaşıyorum. Ama mutlaka, yüzde yüz eminim ki birileri çıkacak “yok canım ya böyle falan da değildi” diyecek. Belki de birçok kişi Necmi karakterini sevmeyecek; ama özellikle o günleri yaşayanlar hayatında... Benim cevabım hazır. “O zaman siz yazın,” demek var. Yapın o zaman yapabilecekseniz.

Çok önemli bir şey yapıyoruz. Önemli olan bu konuda niyettir. Bunu anlatma niyetidir. Dolayısıyla herkes istediğini yapar, böyle görüyor, böyle yaşıyorum. Burada kadar gidebiliyorum... Daha iyisini yapabilecek olan varsa, buyurun...

Ben Necmi karakterini çok çok severek yazdım. Çok önemli bir karakter olduğuna inanıyorum. Aslında çok da yüceltmedim farkındaysan Necmi’yi... Mesela orada yapmış olduğu son manevra... Uzun süre İzak’a yalan söylemesi... Ama çok zeki olduğunu görebilirsin. Biraz kurnaz, ama stratejist... “Mecburdum,” diyor. “Başka türlü açamazdık Şebnem’i” diyor... Hiçbirimiz mükemmel değiliz.

Şebnem’in öyküsü özellikle ilgimi çekti.  Şebnem’inkisi çok üzücü bir öykü... Uzun yıllar Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yatıyor...

Aslında bunun evveliyatı var. 1998’de, Cem Mumcu (psikiyatr), bana bir yazı okudu. Bir psikiyatri dergisinde çıkmış, bir psikiyatr tarafından yazılmış “Madam K” adında bir yazı. Şunu söylüyor: Madam K Polonyalı’dır. Falanca filanca sayılı tezkere ve tarihte, 1973 yılında aniden hastalandığı Ankara’dan, hastanemize sevk edilmiştir. Kimi kimsesi yoktur. 30 yıldır da bu hastanede bir tek kelime konuşmadan yaşamaktadır.

Bu, beni çok etkilemişti... Sonra da “Madam K yakında 30. yılını dolduracak” diye bitiyor yazı... Birileri size böyle bir hastadan söz etse “hadi canım sende” der inanmaz, geçersiniz... Birileri de “biz böyle bir hastaneyiz, tutarız böyle hastaları” diye şişinir... Gerçekte olmuş... Ben bu yazıdan çok etkilendiğim için, ilerleyen yıllarda öğrencilerime bir vize ödevi olarak vermeye başladım. “Madam K’ya bir hayat bulun” diyorum. Ne olmuştur da Madam K böyle olmuştur? Sonra dedim ki, “böyle bir kahramanı ben işlesem, nasıl işlerdim”... Benim kafamda böyle biri sessiz olacak, ama aynı zamanda da bir şekilde kopmuş olacak dünyadan...

“Paris-Teksas” diye bir film var. Orada bir adam yaşamış olduğu büyük bir travma sonucunda her şeyi bırakıp gidiyor. Ondan sonra kardeşi onu çölde buluyor... Hiç konuşmuyor adam; hiç konuşmuyor... Bazı şeyleri kaybetmiş oluyor, geçmişi... Kavramları da insanları da yerleri de kaybetmiş oluyor... Ama ondan sonra yavaş yavaş geri dönüyor, uyanıyor. Her şey yavaş yavaş, yerli yerine oturtuyor. Şebnem’de biraz da böyle biri var. Tam anlamıyla bilinçli bir susmayı seçmek değil, bir de bazı şeyleri, parametreleri, referansları kaybetmiş olmak var yaşanan travma sonucunda.

Kemal Sayar’dan (psikiyatr) bayağı yardım aldım. Bana birçok konuda sorduğum sorulara yanıt verme nezaketini gösterdi. Yararlı da oldu. Buna benzer bir şeyden ilk başta Kemal Sayar’a söz ettiğimde “Böylesi mümkünde, bu gibi durumlarda dörtdörtlük bir geriye dönüş olması çok zor...” Bir “Yeşil Çam” filminde değiliz. Dörtdörtlük bir geriye dönüş olması çok zor...

Konuşmaya tekrar başlayabilir mi? Bazı şeyleri yeniden hatırlayabilir mi? Evet, hatırlayabilir. Yeniden bunların olması mümkün. Bir travma sonucunda bunlar olur mu? Olur. Bunlar mümkün. Haliyle Şebnem aslında böyle bir kadın ve neticede şunu düşünüyorum. Bu konuda da Cem Mumcu’dan bir cesaret aldım. Tamam, çok mantığı zorlamayacak, bilimsel gerçekleri zorlamayacak birtakım şeyler dikkat etmek lazım. Hastaneden çıkarılacak, nasıl çıkarılacak?... Onları Kemal Sayar’dan öğrendim; ama Cem Mumcu bana demişti ki “neticede sen bunları soruyorsun. İyi; ama rahat ol! Bu bir roman kahramanı. Sonuçta sen yaz yazabildiğin kadar, bırak tanıyı biz koyalım” dedi. Böyle bir durum var Şebnem’de...

Kimileri konuşmamayı bilinçli olarak seçiyor. Başka bir şey var... Bir şey sarsmış beynini... Ama duruyor... Nitekim, anlayamıyoruz bir türlü... İlk karşılaştıklarında İzak’ı tanıyor mu tanımıyor mu? Onu anlayamıyoruz. İzak’a gülümsüyor; ama gülümseyebilir yani... Çok tatlı bulur, gülümser... Bir kediye de gülümseyebilir aynı şekilde...

Romanın başında 70’li yıllara dair Yahudi yaşamı hakkında İzi’nin öyküsünden ipuçları ediniyoruz. 70’li yıllarda Yahudi cemaati nasıldı?

“Bugünden çok mu farklıydı”, diye düşünüyorum. 500 yılı aşkın bir süreyi aşkındır Yahudiler bu ülkede yaşıyor. Şunu hep gördüm. Yahudiler şöyle veya böyle, Osmanlı İmparatorluğu zamanında bugünkünden çok daha kapalı bir toplum olarak yaşadılarsa da, hiçbir zaman yaşadıkları ülkenin kaderinden uzak tutmadılar kendilerini. Her zaman için bu kaderi paylaştılar. Mutlu ve mesut günleri paylaştılar. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde birçok hareketin için Yahudiler de var. Artık eleştirdiğim İttihat ve Terakki’nin içinde de Yahudiler de var. Cumhuriyet’i kuranlar arasında da Yahudiler vardı. Osmanlı’yı yıkanlar arasında da Yahudiler vardı. Yahudiler elbette çok etkilendiler yaşadıkları çevreden. Ben soruna buradan yola çıkarak yanıt verebilirim.

Bugün Türkiye gençliği, Yahudi gençliği ne kadar depolitize olmuş bir gençlik... 70’li yıllarda Yahudi gençliği önemli ölçüde politize olmuştu. O dönemlerde benim gibi sol görüşlü olan çok Yahudi genç tanıdım, çok Yahudi gençle birlikte oldum. Farklı farklı boyutlarda yaşandı. O zaman “ne yapıyorsun” diye annelerin, babalarla çok çatıştığımızı hatırlıyorum. O dönemlerde de politikaya ve siyasete çok uzak duran Yahudi gençliği vardı; ama siyasete ilgi duyan bir gençlik de vardı. Siyasete bulaşma durumu, derneklerdeki etkinliklere bile yansıdı. Örneğin Dostluk Yurdu Derneği’ndeki birçok arkadaşım, bugün artık benim gibi 50’lilerinin başında birçok Yahudi arkadaşım, her biri farklı bir yerde olan Yahudi arkadaşım, böyle düşünceler taşırdı. Tabii ki tutucu olan bir anne-baba kuşağı da vardı.

Öğrencileriniz idealleri adına “iyi bir meslek sahibi olmayı” dile getiriyor. Peki cemaat gençliğini nasıl gözlemliyorsunuz? 70’li yıllarla bugün arasındaki farklılıklar neler?

Kızlarımın kuşağına baktığımda şunu görüyorum. Şaşırtıcı gelebilir; ama gözlemlediğim geleneklerine, buna her şeyi katabilirsin, yeni kuşak geleneklerine ve dinine daha bağlı bir kuşak. Ben kızlarımın benden daha dindar olduğunu görüyorum. Dini geleneklere daha önem verdiğine inanıyorum. Bu da Türkiye’nin bir gerçeği aslına bakarsan. Bu dünyanın da bir gerçeği. Bugün her ülkede daha bir geleneklerine bağlı, daha milliyetçi, diyebileceğimiz bir kuşak da var. Aradaki önemli farklardan birinin bu olduğuna inanıyorum.

Ben buradaki duruşun Türkiye’deki gençliğin genel duruşundan çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Her anlamda bu ülkede yaşananla paralel gidiyoruz. Bugün Yahudi olsun olmasın bu ülkede yaşayan gençler çok daha bencil, çok daha bireyci bir gençlik... Bunu eleştirebiliriz de; ama eleştirdiğimizle kalırız. Bu gerçekle yüzleşmek durumundayız. Belirli bir yaşa gelmiş bir insan olarak, gençliği eleştirmek bana çok doğru gelmiyor. Bizim de eleştirildiğimiz zamanlar vardı. Haliyle aynı oyunu oynamak istemiyorum. Sadece bir saptama yapıyorum. Kötü bulduğumu bir tarafıyla da söylemek istiyorum bugünkü Yahudi gençliği ile ilgili olarak. Mesele çok daha az kitap okuyorlar, çok daha klasik müzik konserleri izliyorlar.

Gençlikte kendini toplum dışında hissetmek, daha baskındır. “Hep bir arada olunmalıdır” diye düşünüyorum. Bugünkü gençlikle başka türlü yaşıyor. Bir “MSN kuşağı” var, bu konuda çok hızlılar ve benim onlara yetişmem, bu konuda aşık atmam mümkün değil. Belki de hatta şu bile var. Bana biyolojik açıdan bile değiştikleri, genler açısından değiştiklerine inanıyorum. 4-5 yaşında bir çocuğun bilgisayara bu kadar yakın olmasını, başka türlü açıklayamıyorum...