Bağımlı

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
15 Nisan 2009 Çarşamba

Yürek ister bağımlıyım demeye... İnsanın ayrı kaldığı zaman saç diplerine kadar içini sızlatan, sorulduğunda ise ‘yok canım o benim sadece hobim/zevkim/eğlencem’ dediği bağımlılığını kabul etmesine... Konuşup gülüşürken, iyi vakit geçirirken bile bir sis perdesi ardından dünyayı algılayabildiği...

Maddesel bağımlılıklar aslında en anlaşılır olanları bence, yokluğunda en basitinden vücut onu talep ediyor; sigara gibi, kahve gibi… Tek sorun bedenin ihtiyaç duyduğu dozu verdim diye sevinirken miktarın daha yıkıcı, daha ‘lanet olsun’ dedirtici bir seviyeye çıkma ihtimali.

Bence asıl mesele elle tutulamayan bağımlılıklar. Karşılık alamadığı için beyinde büyütülen aşktır bazısı için. Bazısı için İstanbul’dur bağımlılık, Karayip sahilinde bile zihni karıncalanır, dönmek ister şehrine. Bazısı için gözlerdeki hayranlıktır. Sürekli beğenilme arzusudur. Bazısı için özel hayatları didikleme, bazısı için gözler önünde yaşamak, bazısı için bilgisayarda geçirilen zamandır. Bazısı için potu on lira diye başlanan, ama adrenalin yetmiyor diye sırf zevk için yükseltilen kumar bahisleridir. Steve Mcqueen’in ‘Büyük Kaçış’ diye bir filmi vardı, sırf adrenalin ihtiyacı yüzünden hapishanede karafatma yarıştırıyorlardı. Bu bağımlılık değil de nedir…

 

Bağımlılığınızı bilin. En önemlisi itiraf edin. Bağımlılık iştahı kapatır, iştahı açar, iştahı şaşırtır... Mantıklı bir şeye bağımlı olunmaz ki zaten... Sorun dengeli bir tanıdığınıza, ‘evet ben başarıya bağımlıyım veya üzüm yetiştirip şarap yapmaya bağımlıyım’ gibi kontrollü bir cevap verebilir. Ama bağımlılık daha kana işleyen bir şeydir. Varlığı da acıtır, yokluğu da. Kavuşma anında eller titrer, dizlerin bağı çözülür. Beynin bir kısmı bağımlılığından nefret eder, bir kısmı ise onu bininci kere affetmeye hazır…

 

İnsanın bağımlılığına tekrar kavuştuğu ana kadar hayatın hiç tadına varamadığını itiraf etmesi için yürek ister. Öyle ki, bağımsız dönemlerini inceleyen insan hayret eder, o dönemlerde her şeye nasıl yetiştiğine.  Gerçekten de hayatı eşit kompartımanlarda yaşayabilenler için zaman her şeye yeter. Hasarsız insan evinin de hakkını verir, ailesinin, dostlarının da. Para da kazanır, piknik de yapar, yaşlılara da yardım eder. Hasarsız insan her şeye yetişir.

 

Bağımlılık insanı normal akışından alıkoyacak seviyeye gelince bir yol ayırımı baş gösteriyor. Bazıları bağımlılığını meslek olarak icra ediyor. Satranç tutkununun başlangıç seviyesinde satranç dersi vermesi gibi. Ama mutlu olamıyor, çünkü şekilsel sınırlar içine hapsoluyor. Bazıları bağımlılığını sonuna kadar götürüp ya hepsi ya hiçbiriyim demeyi seçiyor, hayatın diğer bütün açılarını reddediyor. Onlara ya deha ya da hiç deniyor. Çoğumuz ise bağımlılığını sosyal bir seviyede tutmayı seçiyor... Ancak o durumda aşk ve nefret karışımı illet faz değiştiriyor. Hayatın tekrar verimli akışına dönmesi için... Aklı ve bedeni paralize etmeyi bırakması için... Yetiniyoruz, tükenmeden, tüketmeden. Aşk sevgiye ve rutine dönüşüyor. Çocuğu salıveriyoruz kendi ayakları üzerinde dursun diye. Kahveyi azaltıyoruz uyuyabilmek için, bilgisayar mesaisini sınırlıyoruz normal olabilmek adına. Gerçekçi olan da bu ama acıklı... İnsanın nefret ve aşk karışımı bir şeyler hissetmeden yaşaması, onu çok verimli yapıyor... Ama aynı zamanda da Pink Floyd’un dediği gibi ‘sıkıntısız ve uyuşuk’…