“Tarifsiz kederler içinde”

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
21 Nisan 2010 Çarşamba

Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yılında İstanbul’da doğmuş bir İstanbul şairi Orhan Veli. İstanbul Üniversitesi’nde felsefe okurken hayat gailesinden okulu yarım bırakıp Ankara’ya dönmüş, PTT Genel Müdürlüğü Telgraf İşleri Reisliği Nizamlar Bürosu’nda memur olarak çalışmaya başlamış.

Farkında mısınız, şair deyince şöyle bir durup düşünürüz. Sanki şairler; bize göre biraz daha sihirli, biraz daha farklı; bizim gibi düşünmeyen, yazmayan, bakmayan, bizim gibi yaşamayan insanlar gibi gelir bize.

Orhan Veli’nin İstanbul’u gözleri kapalı dinleyen, hayatın hüznünü, büyüsünü, sıradanlığını ve sıradanlığı içindeki güzelliğini bu kadar güzel anlatan, sabah erkenden evinden çıkıp akşam olunca elinde gazeteye sarılı rakısı; balığı, salatalık malzemesiyle, sırtında pardösüsüyle ağır adımlarla evinin yolunu tutan, PTT’de telgraf işlerinde çalışan kendi halinde bir adam olduğunu düşünmek insanı şaşırtıyor.

Aynı adam, arkadaşları Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’la birlikte, Nâzım Hikmet’in serbest bırakılması için üç gün açlık grevi yapmış bir adam üstelik...

O sadeliğin, yalnızlığın, belki de gizli bir hüznün içinde; sokaktaki adamları, yaşamın alışılagelmiş taraflarını, lağımcıları, balıkçıları, sokak kadınlarını, sabahları, akşamları, mavilikleri, sonsuzluğu, tanıdığımız tanımadığımız insanları bize hiç de uzak olmayan bir üslupla anlatabilmesinin temelinde, kendi gibi oluşu yatıyor hiç şüphesiz. O, hayatın şairidir.

Yolda yürürken birini çevirip ‘İstanbul’u Dinliyorum’, kimin şiiri diye sorsanız, Orhan Veli’nin, cevabını alamayacağınız kişi yok gibidir. O halka mal olmuş bir şairdir; çünkü o, halkın kendisidir.

Onda sanatsız bir sanat, gözyaşsız bir hüzün, kahkahasız bir gülüş vardır.

“Gemiler geçer rüyalarımda, / Allı pullu gemiler, damların üzerinden; / Ben zavallı, / Ben yıllardır denize hasret, / Bakar bakar ağlarım” dizelerini okuyunca elinizi uzatıp onun gözyaşlarını silmek istersiniz.

Sizinle dalga geçerken elinizde olmadan gülümsersiniz: “İşim gücüm budur benim, / Gökyüzünü boyarım her sabah, / Hepiniz uykudayken. / Uyanır bakarsınız ki mavi.”

Ölümün aslında herkesin başında olduğunu, sıradanlığını, kabullenilen bir gerçek olduğunu onun kadar süslemeden; süslemediği için de insanın içine işleterek veren kaç kalem vardır?

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada / Nasırdan çektiği kadar / Hatta çirkin yaratıldığından bile  / O kadar müteessir değildi; / Kundurası vurmadığı zamanlarda / Anmazdı ama Allah’ın adını, / Günahkâr da sayılmazdı. / Yazık oldu Süleyman Efendi ’ye

Hayatını ona sorduklarında da bir paragrafla anlatmış, askerliğinde: ‘1914’te doğdum. Bir yaşında kurbağadan korktum. Dokuz yaşında okumaya, on yaşında yazmaya merak sardım. On üçte Oktay Rıfat’ı, on altıda Melih Cevdet’i tanıdım. On yedi yaşında bara gittim. On sekizde rakıya başladım. On dokuzdan sonra avarelik devrim başlar. Yirmi yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim.Yirmi beşte başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum. Hiç evlenmedim, şimdi askerim’.

Bir hüzün vardır Orhan Veli’ de. Ona sarılmak, hiç konuşmadan içindeki sıkıntıyı paylaşmak istersiniz. Mahzunluğu içinize işler, dizlerinde size dokunan, sizi yormadan düşündüren, size zor gelen bir taraf vardır: Sevdiğim insanlara / Kızabilirdim, / Eğer sevmek bana / Mahzun durmayı / Öğretmeseydi.

Ankara’da bir gece sokakta Belediyenin açtırdığı bir çukura düşer Orhan Veli. İki gün sonra İstanbul’da fenalaşınca sebebine alkol derler. Hâlbuki beyin kanaması geçirmektedir.

36 yaşında yaşama veda edişi de çökük omuzlarının, kısık gözlerinin ve uzak düşlerinin yalnızlığı gibi hüzün vericidir.

Kitabe-i Seng-i Mezar şiirinin son dizeleri, sanki kendi vedasının bir ifadesi gibidir: Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı.

Erguvanlar açtı Boğaz’da... Yolunuz Rumeli hisarına düşerse sahilde oturmuş, bir türkü tutturmuş Orhan Veli heykeline selam vermeden geçmeyin.