Yaz da ver!

Mektup formatında yazılmış bir posta, bir telefon görüşmesinin aksine, sonsuz zihin çeşitlemesi olanakları sağlıyor. Bir konu etrafında odaklansa bile doğal bir biçimde ikinci derece olgulara yer verebiliyor, aynı olayın farklı versiyonlarını ve yorumlarını karşılaştırabiliyor.

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
5 Ağustos 2009 Çarşamba

Ben yazışma tutkunu eski tip insanlardanım. Belki telefonda gerektiği kadar otomatik cevap üretebilen biri olmadığımdandır. Telefonda tanıdığım/ tanımadığım her numarayı görünce içimi hafif bir endişe kaplar. ‘Şimdi bana bir şey sorulacak ve ben muhtemelen asıl istediğim şekilde kendimi ifade edemeyeceğim’ endişesi. Veya kendimi kusursuz ifade ettiğimi sanırken, ‘Karşı taraf bunu başka türlü algılayacak’ endişesi. Böyle hikâyeleri hepimiz yaşamışızdır. Söylediğiniz bir şey size aksettirildiğinde, kendinizi tanıyamazsınız; sözleriniz en iyi ihtimalle fena halde basitleştirilmiş, bazen de ironiniz göz ardı edilerek çarpıtılmıştır. Bazen de kendinizi olmadık derecede nükteli, adeta efsane bir laf etmiş bulursunuz. Duyduklarınızın sizin düşünebileceklerinizle yakından uzaktan ilgisi yoktur.

Buna şaşırmıyor ve doğal karşılıyorum. Zira sözlü iletişim böyle bir şeydir: Beyindeki iki güç ortaklaşa bir yorum yapar; unutmanın gücü (istemediklerini siler) ve belleğin gücü (istediklerini dönüştürerek kayıt eder)

Telefonun bir mahzuru da sürekli konum bildiren bir açıklama yapmak zorunluluğudur. Arka plandaki uçak anonsu veya sinemanın en heyecanlı sahnesinin yankıları gibi. 3G teknolojisi ile zaten artık Bekir Coşkun’un da dediği gibi süslenip ‘alo’ diyeceğiz. Kolaysa konumunuzu kıvırtın bakalım... En komiği de 3G reklamlarının arka plan müziğinin Livaneli’nin ‘Özgürlük’ adlı şarkısı olması. Neresi özgürlükse bunun...

Yazışma ise bir törendir. 18.yüzyıl romanı DeLaclos’un ‘Tehlikeli İlişkler’i vari süslü püslü yazışma üslubu günümüzde tamamen yok olduysa da, internet ortamında yazışarak gelişen, güncel dostluklardan kat kat fazla derinliğe ulaşabilen nice dostluklar var etrafımızda. Sizin posta kutunuza açmaya kıyamadığınız postalar düşmez mi? Benim düşer. İsmine bakar, içeriğini kabul etmeye hazırlanma töreni yaparım. Örneğin üzerine tıklarım, sadece uzunluğuna bir göz atıp kapatırım. Gündüz düşmüşse geceyi beklerim okumak için. Konuşarak elde edemeyeceğim hazzı bana veren bir postacık gelince içim kıpırdar.

Mektup formatında yazılmış bir posta, bir telefon görüşmesinin aksine, sonsuz zihin çeşitlemesi olanakları sağlıyor. Bir konu etrafında odaklansa bile doğal bir biçimde ikinci derece olgulara yer verebiliyor, aynı olayın farklı versiyonlarını ve yorumlarını karşılaştırabiliyor.

Telefonda deneyin bir ufak parantez açmayı veya ‘konu kapsamı’ dışında bir yorum eklemeyi, konuşma tamamen dağılır, karşı taraf soru işareti dolu bir sessizliğe bürünür.

Yazı kalıcıdır. Düşünülmüştür. Yazıldığı bağlamdan kurtulup değişik zaman dilimlerinde okundukça değişik hazlar verir. İlk seferinde anlaşılmayan ayrıntılar ileriki okumalarda göze çarpar.

Gelelim yazışma teknolojisinin son durağına. Twitter diye bir ileti ortamı revaçta bugünlerde. Twitter kullanıcıları, kişisel düşünce, gözlem,  beğeni ya da eleştiri gibi ‘kısa not’ nitelikli iletileri kendi bilgisayar ve telefonlarından giriyorlar, isteyenler de izliyor. Twitter, yeni yetmelerin kullandığı ‘zıpır’ bir internet uygulaması değil. Amerika’daki belli başlı gazetelerin editörleri ve yazarları, ekonomistler, düşünce kuruluşları Twitter yayını yapıyorlar. Böylece o kişinin düşüncesine (genel medyadaki yapaylık olmaksızın) O’nun izin verdiği ölçüde ulaşabiliyorsunuz. Telefonda karşı çıktığım her tür özel hayata saldırıyı eleyen bir uygulama.

Sözün kısası, her şekilde yazılı olanı tercih ederim. En azından ‘kişisel tarih’imi oluştururken hafızama fazla yüklenmekten kurtulurum. Diğer tarafın da söz sahibi olması gerek bazı bazı...