Kıyıköy’den Türkiye modeli

İstanbul’dan arabayla bir buçuk saat.

Ormanlı dağlardan aşağı akan nehirlerin denizle buluştuğu yerde kurulmuş sakin bir köy.

Upuzun kumsalında yürürken Karadeniz’e sırtını verince, üç beş adım atıp kendini nehrin içinde bulduğun enfes bir doğa.

Haymi BEHAR Köşe Yazısı
12 Ağustos 2009 Çarşamba

İstanbul’dan arabayla bir buçuk saat.

Ormanlı dağlardan aşağı akan nehirlerin denizle buluştuğu yerde kurulmuş sakin bir köy.

Upuzun kumsalında yürürken Karadeniz’e sırtını verince, üç beş adım atıp kendini nehrin içinde bulduğun enfes bir doğa.

Harika manzaraya bakan tepeye kurulmuş bu balıkçı köyündeyiz.

Anadolu’nun çoğunda olduğu gibi, estetik kaygıdan yoksun ve zevksizce yapılmış sıvasız beton yağmasından kurtulan üç beş ahşap Osmanlı evi durumu kurtaramıyor...

Bu güzelim doğanın ortasında böyle çirkin bir yapılaşmaya nasıl izin verilir? 

Doğanın milyonlarca yıl uğraşarak yarattığını kısa zamanda pet şişeler ve piknik artıklarıyla doldurmayı başarmış yurdum insanı.

Nehirde kaplumbağalar pet şişelerin arasından yüzüyor, denizde plastik torbalar dalga dalga üstümüze geliyor.

Böylesince cennet bir memlekette insanlara doğaya saygı neden öğretilmez?

Bu topraklar hiç bir şeye şaşırmamayı, kızmamayı öğretiyor...

İnsanları güler yüzlü ve sıcakkanlı, hemen herkes sarışın bu köyde.

“Nasıl oluyor da bütün çocuklar sarı saçlı mavi gözlü?” diye soruyorum pansiyon sahibine.

“Selanik göçmeniyiz” diyorlar.

“Atatürk gibi” diye yanıtlıyorum. Yüzlerine gururlu, yayvan bir gülümseme oturuyor.

Nehrin kıvrılarak denize karıştığı kumsalı tepeden gören Necip Usta’nın balık lokantasında yediğim en hafif kalamar ve en güzel mırlamanın tadına doyamıyoruz.

Sabahın 11’inde manzara karşısında demlenmeye başlamış bir kısım ahali, enfes yoğurtlu mezeleri götürerek…

Akşam belediye köy meydanında eğlence düzenlemiş. Tiril tiril giyinmiş gençler canlı müzikle eğleniyor, takım elbiseli dedeleri de onlara kenardan eşlik ediyor.

Necip Usta’nın hemen yanındaki çay bahçesine uğruyoruz. “Hoş geldiniz” der demez “plaka 34’mü?” diye soruyor mekân sahibi.

Evet’i duyunca başlıyor anlatmaya,

Levent Postanesi’nde 35 yıldır çalışıyormuş. Yazları da kahveyi işletiyormuş. Buralarda “toprak sahibiyim” diyor üstüne basa basa.

Karşı tepelerin birine kurulu bir tesisi soruyorum.

“Otel orası, sahibinin adı Ahmet’tir ama yabancıdır” diyor.

Nasıl yabancı Avrupalı mı yani?

Yok, Türk ama yabancı.

O da ne demek? Bakışı atıyorum. “Yani gayrimüslim” diyerek çıkarıyor ağzındaki baklayı.

Yarım bir gülümsemeyle “Ne var bunda?” O da burada doğmamış mı? Ana dili Türkçe değil mi?” Bu toprakların insanı değil mi?” diye arka arkaya sıralayınca sorularımı kalakalıyor.  

“Tabi canım, Levent’te de çok gayrimüslim var” diyerek kıvırtıyor aklınca.

Anayasanın 66. maddesini hatırlatıyorum kendisine: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”               

İşte diyorum Ahmet! Kendi kendime, sen unutulmuş bu köyde en doğru düzgün tesisi kursan da, turizme katkı yapacağım diye didinsen de, hatta adını bile değiştirsen dahi kafa kâğıdında İslam yazmadı mı yabancısın! Hem de Yabancı Türk!

Kızmıyorum kahveciye çünkü o, Trakya olayları ile insanları yüzyıllarca yaşadıkları topraklardan kovalayan, Varlık Vergisi’ni yaratan, 6-7 Eylül’ü tezgâhlayan bir iklimin ürünü sadece…

Demokrasiyi, eşitliği içselleştirmemiş, çoğulculuğu anlatmamış, dünyayı biz ve onlara bölmüş bir eğitim sisteminden başka ne beklenir ki?

O adama nasıl kızılır nasıl bozulunur ki?

Şimdi diyorlar “Kürt açılımı”, güldürmeyin beni!

Sen onlarca yıl zihinleri açma, bin bir komployla zihinleri bulandır, şimdi bir açılımla her şey güllük gülistanlık olsun.

Keşke her şey söylendiği kadar basit olsa…