Şehr-i İstanbul

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
27 Ocak 2010 Çarşamba

Yahya Kemal’e “Ankara’nın en çok nesini seversiniz?” diye sormuşlar. İstanbul’a dönüşünü, demiş.

Bu nasıl büyülü bir şehirdir ki ona dönüşler bile gidilen yerden kıymetli... Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer...

Büyük şairlerin hemen hepsinde; ona değen, ona işaret eden, ondan medet uman birkaç dize saklıdır. Geniş meydanları, soğuk çeşmeleri, dar sokakları, sokaklarında oynayan çocukları,  yorgun evleri, asırlık çınarları; dostlukları, komşulukları, akrabalıkları; nefretleri, sevgileri, aşkları; çan’ı, ezan’ı, hazan’ı...

Yorgun; ama sağlıklı, herkesçe bilinen; ama gizemlerle dolu, mağrur, haklı, saygın, işveli, kurnaz, akıllı, zeki, komik, trajik, gülümseyen; ama gözyaşlarını içine akıtan, gün görmüş; ama heyecanını, yaşama sevincini kaybetmemiş bir kadındır İstanbul...

Her gün şikâyet edilen, gürültüsünden, taleplerinden, ısrarlarından bıkılan; ama ondan asla vazgeçilemeyen, sevdikçe daha çok sevilen, yerine kimsenin konamayacağı, eşsiz benzersiz bir kadın...

Tevfik Fikret’e göre, bin kocadan arta kalan bive-i bakir’dir; Nedim’e göre ise, bi-müsli baha, bir sengine yek pare acem mülkü feda... Ziya Osman için doğup yaşadığı, her taşını öpüp başına koymak istediği şehirdir, Muhibbi mahlaslı Kanuni Sultan Süleyman içinse Hürrem:

“stanbulum, karamanım, diyar-ı milket-i rumum

 bedahşanım ve kıpçağım ve bağdad’ım, horasanım”

Ümit Yaşar Oğuzcan, hayatı özetlemiş İstanbul’u anlatırken:

Evin içinde bir oda, odada İstanbul

Odanın içinde bir ayna, aynada İstanbul

Adam sigarasını yaktı, bir İstanbul dumanı

Kadın çantasını açtı, çantada İstanbul

Çocuk bir olta atmıştı denize, gördüm

Çekmeye başladı, oltada İstanbul

Bu ne biçim su, bu nasıl şehir

Şişede İstanbul, masada İstanbul

Yürüsek yürüyor, dursak duruyor, şaşırdık

Bir yanda o, bir yanda ben, ortada İstanbul

İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım

Nereye gidersen git, orada İstanbul.

Tanıdıkça onda kendimizden bir şeyler bulduğumuz, hikâyelerini dinledikçe ona daha çok hayran olduğumuz, bayramlarda elini öptüğümüz, kayıplarımızı onun toprağına verdiğimiz, suyu elinden içtiğimiz, denizine bakıp içimizi ferahlattığımız, yemişinden yediğimiz, sokaklarını adımladığımız, karanlıklarında kaybolup sabahlarına uyandığımız, sıcak simitleriyle karnımızı doyurduğumuz;  elimizi bırakmayan, duymak istediklerimizi, bazen de istemediklerimizi bize fısıldayan bir masaldır İstanbul...

Nereye gidersek gidelim; dönüşleri hep renkli, gelişleri hep kıymetli, kavuşmaları hep sıcak...

Bin yılların haklı gururu, sırları, sabrı ve kararlılığıyla ayakta karşılar bizi... Bize şeker tutar, elimize kolonya döker, bize bir yorgunluk kahvesi yapar, hal hatır sorar; rüzgârıyla tenimizi, suskunluğuyla ruhumuzu okşar.

Kestane kokusu, martı çığlığı, mavi bulutlar, kaldırım taşları, ada vapurları, bisiklet zilleri, çocuk oyunları, geniş caddeleri; camileri, kiliseleri, sinagogları; şarkıları, türküleri, insan hikâyeleri saklıdır ipek mendilinde...

İnsanın içine işleyen mavi gözleriyle uzaktaki gemilere bakıp, geldikleri gibi giderler, diyen bir yâri saklar yüreğinde...

Sadıktır, ümitlidir; başka bir yare varmamıştır o günden sonra... Yârinin, Yahya Kemal’in ancak dönüşünü sevdiği Ankara’ya gidişini yaşlı gözlerle izlemiş, ondan başka kimseyi sevmemiştir.