Çıplak tepeler

O günü, çok net gibi hatırlıyorum. 6 Ekim’e isabet eden bir Kipur günü yanmıştı güzelim orman, beraberinde nesillerin biriktirdiği nice anıyı acımasızca süpürürcesine.

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
15 Eylül 2010 Çarşamba

Yeni yılın ilk günlerini Burgaz’da geçiriyorum. Çocukluğumun ormanı birkaç sene önce talihsiz bir yangına kurban gitmiş, o bir zamanlar ağaçların gölgesinde oyun oynadığımız tepeler kel kalmış… Sırtımı veriyorum onlara görmek istemiyormuşçasına! Ama nafile, başımı nereye çevirsem o travmatik görüntüyle karşılaşıyorum. Belki adaya sık sık gelmediğimden alışamadım bu zevksiz manzaraya!

O günü, çok net gibi hatırlıyorum. 6 Ekim’e isabet eden bir Kipur günü yanmıştı güzelim orman, beraberinde nesillerin biriktirdiği nice anıyı acımasızca süpürürcesine. Seneler boyunca umarsızca adanın arkasına dökülen çöplerin tutuşup, neye kızdığı belli olmayan rüzgârdan destek alarak, tavır almasıydı muhtemelen yaşanan felaketin nedeni. İhmalkârlığa, vurdumduymazlığa teslim olmuştu, bu güzellikler, daha birçoklarının yitip gittiği gibi.

Ağladığımı hatırlıyorum… Ancak öfkeden mi, yoksa çaresizlikten mi, onu pek kestiremiyorum. Belki de bir isyandı benimkisi, uzun zaman içimde bastırdığım, sıkıştırdığım bir duygu selinin dışa vurumuydu…

Kıymetlerin ucuz şekilde bozdurulması, onlardan acımasız bir hızla vazgeçilmesi ancak ülkemiz gibi değer tanımayan toplumlara mahsus olsa gerekti. Burgaz yangının öncesinde de sonrasında da onlarca örnek yaşanmamış mıydı? Tarihine, üzerinde yaşadığı coğrafyanın kendisine bıraktığı mirasa o denli yabancı, gündelik işlere o denli gömülü bir toplum olmuşuz ki, etrafımızda gelişen hiçbir şey, bizi ilgilendirmez duruma gelmiş… Ne doğal güzelliklerimiz, koylarımız, denizlerimiz, göllerimiz, ormanlarımızın elden gitmesi, ne arkeolojik zenginliklerin telef edilmesi veya barajların sularına mahkum edilmek istenen antik kentlerin kaderi bizleri harekete geçirebiliyor. Ne denizde yaşayan canlıların akıbetine, ne de soluduğumuz havanın kalitesine veya küresel iklim değişikliğinin sonuçlarına takıyoruz kafayı. Yuvarlanıyoruz yokuş aşağı, bir oraya bir buraya yalpalayarak.

İnsanına değer vermekte zorlanan bir toplumun kendisine ‘hemen şimdi’ bir şey kazandırmayacak olgulara sahip çıkmasını beklemek saflık, oysa biliyorum. Topluma bir şeyler katmaya aday, yarınları şekillendirecek gençlerine sahip çıkamayan bir toplumun, duyarlı olmasını istemek ne kadar gerçekçi? Televizyon dizilerinin efsunladığı insanlarımızın küreselleşen dünyada yerlerini almaları, insanlığı ilgilendiren sorunlara kafa patlatmaları bedenlerine birkaç boy fazla biçilmiş olsa gerek!

Durup düşünüyorum bir süre için, çok mu insafsızım diye… Ülkemde hiç mi iyi giden şeyler yok diye bakınıyorum. Bireysel başarılar insanın gururunu okşamıyor değil. Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü’nü alması, sporcularımızın zaman zaman aldıkları sonuçlar, iş adamlarımızın uluslararası girişimleri, sanatçılarımızın bin bir olanaksızlıkla elde ettikleri başarılar… Bütün bunlar iyi hoş da o denli seyrek ki, adeta kaideyi bozmayan istisnalara benzer nitelikte, ne yazık ki. Nitekim her şey orada asılı kalıyor, bir adım öteye gidemiyor nedense. ‘Üstü forma, altını sorma’ mantığı içinde ufak bir darbe ile yerle bir olacak karton hayatlar oluşturuyoruz…

“İnsanının öncelikli hedefinin iş / aş olduğu bir ortamda daha iyisini beklemek hayaldir” diyenleri duyar gibiyim. Oysa doğruya, güzele yönelmek için para içinde yüzmek gerekmiyor. Bu sosyal ekonomik düzen içinde kimin düşünmesi gereken, halletmesi gereken sıkıntısı yok ki? Son tahlilde, duyarlı olmak için, yaşananlara katkıda bulunmak için, farklılık yaratmak, iz bırakmak için sosyal bilince sahip olmak, olan biteni ıskalamamak yeterli. Yoksa içimiz, sevgili Burgaz’ımın boş tepeleri gibi kalır, korkarım ki!

Hepinizin yeni yılını ve bayramını kutluyor, güzel yarınlar diliyorum.