Ankara ve tiyatro

Köşe Yazısı
22 Aralık 2010 Çarşamba

David Ojalvo


10-13 Aralık tarihleri arasında Ankara’daydım. 2006’dan beri şehre üçüncü gidişim. Önceki seyahatlerimde Anıtkabir’i, II. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, Devlet Resim ve Heykel Müzesi ile Etnografya Müzesi’ni, Atakule’yi görmüştüm. Bürokrasi, memur ve öğrenci şehri olarak anılan Ankara’yı ilk ziyaretimden bu yana severim. Denizi ve boğazı olan bir şehirde doğup büyümüş olabilirdim. Bazı dostlarım denizi olmayan bir şehirde yaşayamayacaklarını söylerlerdi. Bu doğrultuda “Ankara’da yaşayabilir miydim?” sorusunu ben de kendime yönelttim ve bir yerli turist olarak her ziyaret için cevabım “evet” oldu.

Kimileri Ankara’nın düzenli ve trafiği rahat bir kent oluşunu ön plana çıkartır. İstanbul’un trafiği ele alındığında, bu tespite katılıyorum; ama Ankara’yı öncelikle tiyatrosundan ötürü seviyorum. Benim için Ankara demek, tiyatro demek.

***

Ankara’ya son seyahatim daha çok geleceğim üzerindeydi. Havanın giderek bozduğu, sağanak yağmur ve karın yağacağı bir hafta sonuydu. Yolculuğumdan yaklaşık iki hafta önce alınmış tiyatro biletlerim vardı. Takipçileri bilir, devlet tiyatrolarının biletleri satışa çıktıktan çok kısa bir süre içinde hızla tükenir. Bu açıdan internet kanalıyla satışlar, Ankara’ya misafir gelecekler için bir şanstır. Konusu ilgimi çeken üç oyuna gidecektim 10 ve 11 Aralık’ta.

10 Aralık akşamı oyun Macunköy’deki Atölye Sahnesi’ndeydi. Sıhhıye’de kalıyorum ve bilgisayarımın bana sunduğu elektronik harita, sahnenin uzak ve pek de kolay ulaşılır bir yerde olmadığını söylüyordu. Oyunun sahneleneceği mekâna, Ulus’tan servis kalktığını da bilmiyordum. Sonuçta Macunköy’de Toptancılar Sitesi’nin ıssız ve nispeten karanlık ara sokaklarında, sağanak yağmur altında bir başıma “Burada da tiyatro olur mu” diye söylenip, sahneyi ararken oldukça huzursuz hissettim. Tiyatroya vardığımda, yeniden karşılaştığım Ankara’nın o ilgili seyirci kitlesinin arasına karışmak beni rahatlattı, “Üç Yönetmen Üç Oyun” adlı yapıtsa, yaşadığım gerginliğe “değer” dedirtti.

Üç yönetmenin üç oyununu izledik sırasıyla. Tankred Dorst’un “Dönemeç” adlı oyununda, uçsuz bucaksız bir otoyol dönemecinin kenarında yaşayan araba tamircisi iki kardeş Anton ve Rudolf ile tanışıyoruz. Bu dönemeçte birçok trafik kazası yaşanmış, ölümler olmuştur. İki kardeş müsteşar Dr. Kriegbaum’a dönemeçle ilgili 25 dilekçe göndermişlerdir. Son kazazede Dr. Kriegbaum olunca, bürokrasi iki kardeşin yaşadığı bu izole yerde ne ölçüde anlam ifade edecektir, sorusunun yanıtını buluyoruz.

Akşamın ikinci oyunu, Max Frisch’in “Philipp Hotz’un Büyük Öfkesi”. Profesör Hotz ve eşi Dorli boşanmanın eşiğindedir; ama bir türlü de boşanmamaktadırlar. Hotz ve Dorli içten içe birbirlerine bağlıdır. Bir yanda Hotz’un evliliğe dair düşünceleri, bir yandan da toplumun ahlak değerleri bu esprili oyunda, dönemin tüm çıplaklığıyla ele alınıyor. Günümüzle kıyaslandığında oyunda, yaşama ait değerlere ve insan ruhuna daha fazla önemin verildiği bir dönemin izlerini görüyoruz kanaatindeyim.

Akşamın son oyunu ise Ethan Coen’in “Bekleyiş”i. Nelson ölmüştür ve durmaksızın daktiloda yazan orta yaşlı, soğuk bir sekreter kadınla on dakika konuşma süresi vardır. Ardından, cennete gitmek için ne kadar bekleyecek dersiniz. 5, 10, 15 yıl? 100 yıl? 1,000 yıl? Belki de daha fazlası. O halde cehennem neresidir? Sade bir anlatım ve bürokrasiye değinileriyle, hayatımıza da dokunan çarpıcı bir oyun “Bekleyiş”.

***

Ankara’da bulunduğum ikinci gün, Kızılay Meydanı’ndan Karanfil Sokak’ı geçerek, Tunus Caddesi’ni tırmanıyorum. Soğuk ve karlı bir günde, Şinasi Sahnesi’nde “Bir Savaş Sahnesi” adlı oyunun matinesindeyim. Tek perdede sahnelenen eserin yazarı Jeanne Beckwith. Terörizme karşı bir savaş söz konusudur ve askeri bir üstte, terhisler geciktirilmektedir. Aynı zamanda bu üste, ordu mensubu bir doktor düzenli olarak saldırılarda bulunmaktadır. Konu ordunun üst düzey yetkililerine intikal edince, olay gün ışığına çıkartılacaktır. Doktorun yaşamış oluğu travma ve yaralıları yaşatmak için verdiği mücadele, bu süreçte savaşın anlamsızlaşması ve huzur arayışı, ordu mensuplarının tutumu ve emir-komuta zincirine bağlılığı oyunun temel taşları. Hazin bir sona ilerlerken, bilgi kirliliği ve bilgi çarpıtmasının, gerçek ve yalanın sahnede bir arada verilmesi, dünyayı sorgulamak üzere seyirciyi güçlü bir biçimde dürtüyor. Sahneye konan bu dörtdörtlük oyun, özellikle bireysel ve toplumsal reflekslerimizin ne ölçüde söndürüldüğü konusunda üzerinde tartışmaya açık.

***

Ankara, gerek sahnelediği oyunların düzeyi, gerekse de izleyici kitlesiyle takdiri fazlasıyla hak ediyor. Bu paylaşımı yaşadıkça, tiyatro ile hayatın bir bütün olduğunu daha içten hissediyorum.