Kabala maceram

Estreya Seval VALİ Köşe Yazısı
10 Kasım 2010 Çarşamba

Bir düğün için Neve Şalom Sinagogu’na gitmiştik. Kaç yaşında olduğumu tam olarak hatırlamıyorum... Küçüktüm. Arkalarda oturuyor olmalıydım ki, içeri, kısacık ömrümde hiç karşılaşmadığım kadar değişik bir adamın girdiğini gördüm. Rengi artık anlaşılmayan bol bir palto giymişti. Uzun kır saçları, geniş kenarlı fötr bir şapkasından darmadağın bir şekilde taşıyordu. Göğsüne kadar inen gri bir sakalı ve şaşırtıcı mavilikte gözleri vardı. Büyüklerime şaşkınlıkla fısıldadım: “Bu adam kim?” “Mösyö Pol” dediler ve büyük bir sır açıklarmış gibi eklediler: “Kabalisttir.” O zaman anladım ki, Kabalist olmak demek, kafayı yemiş olmak demekti. Şişhane’deki Beyoğlu Özel Musevi Lisesi’nde on bir sene boyunca okuyan eşim Hayim, tıpkı arkadaşları gibi, bazen okulun kapısında bekleyen Mösyö Pol’den uzak durması konusunda uyarılmıştı. Oysa bildiğimiz kadarıyla, adamcağızın kimseye zararı dokunmamıştı.

Şimdi belirteceğimi çok daha sonra öğrendim: Kabalistler, dindaşlarının sorgulamalarına maruz kalmamak ve onların kendilerinden uzak durması için tuhaf davranışlar sergilermiş. Örneğin Kipur günü oruç tuttukları halde, yemek yemiş gibi görünmek ve toplum tarafından dışlanmak için, sakallarına ekmek kırıntıları serpiştirirlermiş. Mösyö Pol’ü burada yâd ettikten sonra Kabala macerama geri dönelim. 

Aslında maceramız demeliydim çünkü bu serüvene Hayim’le birlikte 1992 yılında atıldık ve ‘öğretmenler’ tarafından hemen uyarıldık. “Aman! Sakın ha! Uzak durun. Çok tehlikelidir.”

Açıkçası Kabala’nın herhangi bir tehlikesini göremeden pes ettik çünkü aldığımız ilk kitap, Tanrı’nın niteliklerinin (sevecen iyilik, sert adalet, güzellik, vb.) bu dünyaya yansımaları olan sefira’ları konu alıyordu; defalarca okusak bile, kitapta yazılanları anlamamız mümkün değildi, çünkü çoğunluğun yaptığı yanlışa düşmüştük. Tora’yı neredeyse ezbere bilmeden, Kabala’ya kenarından kıyısından yaklaşmak bile mümkün değildi. Popülerleştirilen Kabala ile bizim amaçladığımız, birbirinden çok uzaktı. 

Bir şeyleri anlamaya çalışıyorduk ama tuttuğumuz yol, çok daha ileride yönelmemiz gereken yoldu. Ancak bugün sorsam, çevremdeki pek çok kişi Kabala âlimlerinin sihir ve büyü yaptığını, doğaüstü güçlere sahip olduğunu söyleyecektir. Kabul, bu özelliklere sahip olan çok özel bazı kişiler (İlk insan Adam, atalarımız Avraam, Yitshak ve Yaakov, öğretmenimiz Moşe, Melahim II’de sözü edilen Şunemli kadının ölen oğlunu dirilten Elişa ve hatta çağdaş olanları) vardır. Bunlar Ruah aKodeş denen ‘ilahi ilham’ı almaya lâyık görülen kişilerdir. Ancak Kabalistlerin aslında yaptığı, Tora’yı mistik bir şekilde yorumlamaktır.

Şimdi gelelim Tora’nın nasıl okunması gerektiğine. Tora’yı anlamanın dört seviyesi vardır. Bunların birincisine pşat denir ve Tora’nın en basit, sözcük anlamını kasteder; ‘Tanrı’nın Eli’ dendiğinde, Tanrı’nın gerçekten fiziksel bir eli varmış sanmak gibi. İşin acıklısı, öğrenmeye kapalı olan kişilerin, tartışmalarını bu seviye üzerinden yapmalarıdır. 

İkinci seviye olan remez, biraz daha derindir. Tora metninde ima edilenlere, yani mecaz (metafor) ve remizlere (alegori) yorum getirir.

Üçüncü seviye olan draş, Tora metinlerini, ilâve bazı bilgilerin katkısıyla inceleme girişimidir. Talmud seviyesi olarak bilinir.

En üst seviye sod’un, sözcük anlamı ‘gizli, saklı’dır. Metnin içinde saklanan gizli anlam araştırılır ve evrenle yaratılışın sırları böylece çözülmeye çalışılır. Kabala seviyesi işte budur.

Bu dört sözcüğün baş harfleri, meyve bahçesi anlamına gelen PARDES sözcüğünü meydana getirir. Tora’yı anlamak, Cennet Bahçesi’nde gezinmek gibidir. 

Tarih boyunca en ünlü Kabalistlerin bir listesini çıkaracak olursak, aralarında pek çok Sefarad olduğunu görürüz. Şöyle bir sıralayalım isterseniz: Günümüzden 2000 yıl kadar önce yaşamış olan ve ünlü Rabi Hillel’in öğrencisi olan Yonatan ben Uziel, mistik Kabala öğretilerinin kaynağı Zohar Kitabı’nın (görkem anlamına geliyor) yazarı, günümüzden 1800 yıl önce yaşamış olan Şimon Bar Yohay, Zohar’ı 13. yüzyılda İspanya’da ortaya çıkaran Moşe de Leon, Yitshak Luria, onun öğrencisi Hayim Vital (Calabria-İtalya doğumlu), Moşe Kordovero, Şlomo Alkabets, Avraam Abulafya, Yosef Saragossi, Yosef Karo, Yosef Sagis, Elişa Gallico... Bayağı tanıdık soyadları, öyle değil mi? Bu bilgelerin bazıları İspanyol engizisyonu ile birlikte önce Osmanlı topraklarının batı bölgelerine, oradan da Tsfat’a (Safed) yerleşmiş ve bu şehri bir Kabala merkezi haline getirmiştir.

Eşimle Kabala öğrenmeyi zamana bıraktık ve mutlu tesadüfler (aslında tesadüf diye bir şey yoktur ya...) sonucunda, Tora öğrenimimize ağırlık verdik. Derken, Tora metinlerinin bazı Kabalistik yorumlarını anlar hale geldiğimizi gördük ve çalışmaya nereden başlamamız gerektiğini keşfettik. Artık örgü örmenin, nakış işlemenin ve kırkyama (patchwork) yapmanın bile, Kabalistik bir meditasyon olabileceğini biliyorum (inanın, kitapları dahi var; örneğin The Quilting Path, A Guide to Spiritual Discovery Through Fabric, Thread and Kabbalah ve The Knitting Way). Zor zamanlarımda, koruyucu melekleri çağırmayı öğrendim: Sağımda Mihael, solumda Gavriel, önümde Uriel, arkamda Rafael ve başımın üstünde Şehina (Tanrı’nın ilahi varlığı).

Bu dünyada yaptığım her şeyin, Yukarı Âlem’de bir yansımaya neden olduğunu ve Yukarı Âlem’de meydana gelenlerin, bu âleme yansıdığını bilerek yaşadığım sürece, Kabala her an hayatımda demektir. (Bir açıklama: Yukarı Âlem, dünyada mevcut olan her şeyin köklerinin bulunduğu, Aşağı Âlem, yani bu dünya ise, köklere ait dalların bulunduğu yerdir. Ağaç örneğinde olduğu gibi köklerde meydana gelen her şey, dallara kadar uzanır.)

Yazımda, sizlere Kabala hakkında küçücük bir fikir vermeye çalıştım. Başarabildiysem, ne mutlu bana.

Tanrı’nın ışığı her daim yolumuzu aydınlatsın.