New York, New York…

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
24 Kasım 2010 Çarşamba

Bir şehir düşünün, her şeyi büyük…Caddeleri, binaları, insanları, hayalleri, umutları… Kimilerine göre çok sıkıcı, kimilerine göre düşler diyarı bir yer…

Gökyüzünü görmek için başınızı tamamen geriye atmak zorunda olduğunuz, binaların yana yana, omuz omuza dizildiği; her sokağının birbirine benzer gibi göründüğü; ama aslında apayrı karakterlere sahip olduğu, filmlere fon olmaktan hiç bıkmamış, erkek bir şehir New York…

Haşmetli, hem aydınlık hem karanlık, hem zengin hem fakir; hem tanıdık hem de bir o kadar yabancı bir şehir…

Her gidişinizde farklı bir köşesinde kendinize ait bir şeyler bulabilir ya da yepyeni bir duygunun içinde kayboluşunuza şaşırabilirsiniz.

Times Square’de Broadway’in rengarenk ışıklarında kendinizi kaybedebilir, Marriot 

Hotel’in 45. katında dönen bir restorandan onun ışıklı yüzüne bakarken şarabınızı yudumlayabilirsiniz.

Union Square’de, Max Brenner’da hayatınızda yemediğiniz lezzette çikolatalar yiyebilir, güler yüzlü İspanyol garsonların tanıdık gülümseyişlerinde İstanbul’u özlersiniz.

1699 W. Broadway adresli Angelo’s Pizza adlı İtalyan lokantasında, iki yıldır New York’ta olan Polonyalı sarışın garson kızla muhabbet eder, daha iyi bir hayatın peşinden koşan genç bir kadının hikâyesini dinlersiniz.

Madison Avenue’de Mark Otel’in büyülü atmosferinde içkinizi yudumlar, kendinizi bir Hollywood yıldızı zannedersiniz. 

Kocaman taksilerinin arka koltuklarına gömülüp geniş caddelerde kaybolabilir, Central Park’a yeşil sarı bir yolculuk yapabilir, eski faytonların birinde kendinize bir park turu ısmarlayabiliriniz.

***

Bir kasım öğleden sonrası rengarenk faytonların dizildiği Central Park’ın güney tarafında atının adı Candy olan bir arabacıya rastladım; adı Esin. Yedi yıldır New York’taymış. Aslında tarih öğretmeni. Galatasaray Lisesi’nde nam-ı diğer Mekteb -i Sultani’de tarih anlatmış öğrencilerine, sonra yüksek lisans için ver elini Amerika. Şimdi, “are you hungry?” diye açlığını sorguladığı atına, “aç mısın annem?” diyen; üniversiteli ve yüksek lisanslı bir arabacı olmuş. Başında şapkası, sırtında ceketi, arabasında iş ehliyeti ve bir gün Büyükada’dan alacağı evin hayaliyle o gün New York’tan bile büyüktü benim için.

Çok sevdiğimiz bir aile dostumuzun evinde tadını birkaç günde neredeyse unuttuğumuz, cezvede pişmiş Türk kahvesi ve sallama olmayan demli çayda buldum sıcak sohbetlerin en keyiflisini… 

Bir alışveriş merkezinde Tük olduğumu anlayan, sizce hangisi daha güzel, diye bana almak için karar veremediği ayakkabı konusunda soru soran, kara gözlü adını bilmediğim Türk kızıydı memleketimi hatırlatan…

New York büyük bir şehir…

Ama anladım ki şehirleri büyüten, onları değerli kılan insanlardı aslında.

Her yerin hikâyesi, bizim kahramanlarımızla ya da bizim hikâyelerimize benzer oluşlarıyla güzeldi. Farklı olanları keşfetmekle ve onlarda kendimizden bir şeyler arayıp bulmakla anlamlıydı. Şehirlere, kasabalara, köylere anlam veren onara kadın ya da erkek diyen, onları seven ya da onların uzağına düşen bizdik. Ne mimarileriydi bizi çeken, ne de tarihti öncelikli olan, her şeyin özü insandı.

New York büyük, haşmetli ve güzeldi.

Onu güzel yapan Madison’da bir otelin onuncu katında yapılan bir dost sohbeti, bir meslektaşın faytonunda geçen keyifli anlar, büyük caddelerde ara sıra kulağıma çalınan, ben en iyisi haritaya bakayım, ya da “Aa siz de Türk müsünüz? İyi bayramlar”,  diyen yabancı ama bir o kadar da tanıdık sesler, yüzlerdi.

Şehirlere anlam veren biziz.

Kulağımda Frank Sinatra’nın en yüksek perdeden seslendirdiği, Start spreading the news, I’m leaving today, I want to be a part of it - New York, New York dizeleriyle başlayan şarkısı, New York’ta dolaşırken kendi şehrimin özlemini ta yüreğimde hissettim.