Çember

Dreyfus olayı, protokollerin yayınlanması, pogromlar, ırkçı yasaların yürürlüğe girmesi, toplama kampları ile başlatılan zorunlu tecrit ve göçler derken, düşmanlığın irrasyonelliğin doruğuna erişmesi, çemberi bu kez Yahudi yaşantısının boynuna geçirmişti.

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
1 Aralık 2010 Çarşamba

Geçtiğimiz hafta içinde katıldığım etkinliklerin birinde, toplumumuzun hepsi de Şalom’un sayfalarından geçmiş ve geçmekte olan kalemler derin bir tartışmaya davet edilmişlerdi. Basitçe özetlemek gerekirse konu, Yahudi kimliğinin çalışmalarına, yazılarına ne şekilde etki ettiği ile ilgiliydi.

Edebiyatın o sıcacık yüzü ile başlayan sohbet, nasılsa tarihin kıvrımları arasında solmaya başladı. Doğru araştırıldığı ve iyi okunduğu zaman tarih, bireyin de toplumun da görmek istemediklerini bir bir ortaya koyuyor.

Tespitlerden biri, yüzyıllardır diasporada yaşayan Yahudilerin sanatın iki alanına, müzik ve edebiyata azımsanmayacak katkılarda bulunduklarıydı. Bu katkı, Yahudi kültürü ile yoğrulmuş olsa bile, kişilerin en derinlerinden gelen içten duyguları ile örülüdür şüphesiz. Fransız Devrimi’nin toplumlara o ana dek çokça yabancı oldukları öğretileri tattırma sürecinde, Yahudiler de aydınlanmadan nasiplerini aldılar. Zaten, din felsefesinden ırak konular üzerinde düşüncelerini yazmaları, bir adım öte notaya dökmeleri, işte o zamana rast gelir. Öyle ya, getto kültürü ile yoğrulmuş, gelecek endişesi içinde yarınlarının kendilerine ne gibi bir sürpriz hazırladığını kestiremeyenlerin, ortaçağın kilise istibdadına, ya da şu ya da bu nüfuzlu Bey’in merhametine mahkûm yaşantısı içinde çemberi kırıp soluklanmaları ve hissettiklerini, düşündüklerini diğerleri ile paylaşmaları düşünülecek bir şey değildi.

Aydınlanma süreci, içinde yaşadıkları ortamda ezelden beri azınlık olarak hayatlarının sürdürenler için çemberi kırmak mı olmuştur? Dönemin edebiyatına ve müziğine önemli katkılarda bulunmuş Kafka’dan Mendelsohn’a, Mahler’den Proust’a, hatta Marx’a yüzlerce sanat adamı, ya da uygarlığı yönlendirmiş bir o kadar bilim insanı, düşünür, evet, çemberi kırmışlar, getto duvarlarının ötesine çıkarak, sosyal bir risk alarak, başarılı olmuşlardır. Ancak başarıları ne Yahudiliklerinden ödün vermelerini engellemiş, ne de Avrupa’daki varlıklarının, efsunlanmış geniş toplumlar tarafından nihai sonuca meze olmasını önlemiştir.

Tarihin sayfalarındaki acı olaylarla yazılı gerçekler kulağımıza “azınlıkların, ancak içinde yaşamakta oldukları toplumların kendilerine çizdikleri sınırlar içinde serpilebileceklerini” haykırıyor. Fransız Devrimi, tüm vahşiliğine rağmen bireylere sağladığı romantik ideallerle o sınırları öylesine uzaklara taşımıştı ki, geleceğini garanti altına almak için karanlıktan medet umar hale gelmiş Yahudi halkı, kabuğunu kırmış, kendisini acımasız şekilde kısıtlayan çemberi yerle bir etmişti. Elbette ki bunda yanlış bir şey yoktu. Bilakis, uygarlık, yüzyıllar boyunca maddi ve manevi esarette yaşamış Yahudilerin, buna rağmen kendisine vereceği birçok şeyi olduğunu görmüştü…

Dreyfus olayı, protokollerin yayınlanması, pogromlar, ırkçı yasaların yürürlüğe girmesi, toplama kampları ile başlatılan zorunlu tecrit ve göçler derken, düşmanlığın irrasyonelliğin doruğuna erişmesi, çemberi bu kez Yahudi yaşantısının boynuna geçirmişti. Genelin düşündüğü gibi ipi çeken cellât illa Alman değildi… İnsanlıklarından çıkartılmış, beyinleri ele geçirilmiş, adalet duygusundan, insan onurundan arındırılmış yığınlar arasında, tüm uluslardan insanlar vardı ve onları buluşturan bazen sinsi bir çıkar, çokça da kıskançlık idi.

Günümüze gelindiğinde bu tespit ve teşhislerin geçerliliğini koruyor olması düşündürücü. Halkın iradesini kendisine ilke edinmiş demokratik toplumlarda dahi azınlıkların hala o çemberin dışına çıkma riskini alıp almama konusunda tereddüt etmeleri, ya da bu duygunun kendilerine yaşatılması, geçmişten hiç ders alınmadığını söylüyor. Oysa adalet duygusu ile zenginleştirilmiş demokratik yapının bu manileri çoktan aşabiliyor olması ve konumu ne olursa olsun, vatandaşlarının önünü açabiliyor olması gerekirdi. 

Thomas Jefferson şöyle diyor: “Demokrasinin ve özgürlüklerin en garantisi, sokaktaki sıradan insanların, onların kıymetini bilmesi, hakkını vermesidir…”

Bizler bu tablonun neresindeyiz acaba?