Şubat 2011’de, kar zamanlarından

Köşe Yazısı
23 Şubat 2011 Çarşamba

David Ojalvo


Aralık ve Ocak, oldukça ılıman geçen aylardı. İstanbullular kara hasret. Rize’de son zamanlarını yaşayan bir İstanbullu olarak, kara Şubatın ikinci hafta sonu itibariyle doydum.

Salonumdaki pencere küçük bir sokağa bakıyor. Akşam vakti. Gün boyu süren yağmur, inceden bir kara çevirmiş. Bu zarif yağışa gülümsüyorum. “Kar tutmaz” diyorum. Saatler ilerledikçe yollar, arabalar, çatılar, tepeler beyazlıyor. Gece yarısı lapa lapa yağan karı izlemekten yatamıyorum. Özellikle sokağı zayıf bir biçimde aydınlatan lambanın ışığında tanelerin nasıl da dans ettiğini izlemek keyif veriyor.

***

Ertesi sabah söz verdiğim üzere Ayder Yaylası’ndaki dostlarımı ziyaret edeceğim. Çamlıhemşin merkez ile Ayder arası az sayıda araç işliyor. Taksi durağına misafir ediliyorum. Sıcacık çay eşliğinde beni götürecek taksiyi beklerken, düne ve yarına dair sohbet ediyoruz. Özellikle de büyük değişimlerin öncesindeyseniz geçmişle gelecek arasındaki sınırda durmak, daha yoğun duygular uyandırıyor.

***

Yoğun kar yağışı altında, bir kararlılıkla Ayder’e varıyorum. 500 metreden, 1350’ye doğru yükseldikçe karın seviyesi de 40 santimetreden 2 metreye uzanıyor. Araçtan indiğimde bir kez daha küçük bir çocuk oluyorum. Rüzgârın hafif uğultusu, düşen kar tanelerinin altında engin bir sessizlik. Üşümüyorum, pamuk tarlasında yürüyorum adeta.

Ayder’de Yeşil Vadi Oteli’ndeki dostlarım beni sevinçle karşılıyorlar. Ben de onları… Heyecanım, içimdeki çocuğa ait. Kısa bir yürüyüş yapıyoruz… Çam ağaçları beyazın altında gri bir manzara sunuyor, içimse rengârenk. Ertesi gün aynı yolda, bir başka dostum ile fotoğraflar çekiyoruz. Güneş dostumla bana özel bir aydınlık hediye ediyor. Beyazdan yansıyan ışık gözlerimizi alıyor.

Kar yürüyüşünün ardından Ayder kaplıcasına girmek, bir masal hissini uyandırıyor. Saf kaynak suyundan çıkan buhar, sisli, mistik bir ortam yaratıyor; ardından çatıdaki bacalardan soğuk Şubat havasına karışıyor. Bir daha ne zaman doğanın bu güzellikleriyle böylesine karşılaşacağımı bilemiyorum. Biraz da bu bilinmezlik hissine sarılarak, yaşamaya çalışıyor ve yazıyorum…

***

Otelin lobisinde yer alan şöminenin başında otururken, ateşi izliyorum. Söyleyemediklerimi alevler bir derinlikle tamamlıyor. Çay eşliğinde sohbet ediyoruz. Manzarayla, yaşanmışlıklarla ruh; sohbetlerle gönül zenginleşiyor.

Bir ara televizyon açılıyor, haberler kulaklarımızda yankılanıyor. Dostum, “gerçek dünyaya döndük” diyor.

Televizyonda görüntüler, tartışmalar, kavgalar… Dostum kadar ben de gayet iyi biliyorum dünyanın gerçeğini. Öte yandan kar da, tutuşan kuru odunlar da, griye boyanan çam ağaçları da, paylaşımlarımız da bir o kadar gerçek… Öyle olmalı… Toplum bazında ayrışmalar, kamplaşmalar, kutuplaşmalar var; birey bazında ise kimliğin karmaşıklığına karşılık iletişimin sade yoluna sığınıyorum. Doğanın muhteşemliğimle, iletişimin lisanına katkıda bulunmasını safça bir umutla diliyorum. Birey kimliğini tüm yönleriyle taşıyabilmeli. Toplum algılayışı da, bu anlayışın üzerine kurulabilmeli…

***

Yaşadığımız çağda bireye gelince, bireyin karşı karşıya kaldığı en büyük sorunlardan birinin “sanallık” olduğunu düşünüyorum. Küçükten büyüğe ekranlar insanoğlunu esir alıyor. Beş duyumuz ile birlikte esir alıyor hem de. Dokunamıyor, göremiyor, anlatamıyoruz kanaatimce ekranlarla.

Bayırlardaki karı, kaplıcadaki suyu, şöminedeki alevleri tüm çıplaklığıyla yaşarken, onlar da saflıklarıyla fethetti beni. Anlatabileceklerim var böylelikle. Farklı karşılaşmalarda, benzer öyküleri dinleyen taraf olmayı da ayrıca isterim.