Yaşasın sadelik!

Estreya Seval VALİ Diğer
11 Mayıs 2011 Çarşamba

Alçakgönüllü sözcüğünü oldum olası sevemedim. Gönül nasıl alçak olur? Yerlerde sürünen bir gönül düşünebiliyor musunuz? Ayran gönüllü de iyi değil ama... alçak? Gönül dediğiniz yüce olmalı.

Oysa tevazu sözcüğü öyle mi? Fonetiğinde bile bir asalet var. Gerçi arkasına ek konması güç. Tevazusu kulağa hoş gelmiyor, tevazuu demek zor... Mütevazı deseniz biri düzeltmeye kalkıyor mütevazi diye, halbuki mütevazi paralel demek...

Bütün bunlar bir yana, tevazu sahibi olmak şahane bir şey. “Meyvesi olan ağaç eğilir. Başını dik tutan, içi boş olan başaktır, içi dolu başağın başı eğiktir” türünden ne güzel atasözleri var, değil mi? Gerçekten mütevazı olan insanlar, sahip oldukları bilgi ve birikim, taşıdıkları manevi yük ve sorumluluklardan ötürü ‘boynu bükük’ kişilerdir.

Ee, “yaşasın sadelik” diyorsun, asıl sen sadede gel diyeceksiniz haklı olarak. Nereye varmak istiyorsun? Efendim, bir Pesah’ı daha geride bıraktık, şimdi “Afle hasadeha...” diyerek Omer sayıyor, Sinay Dağı’na doğru adım adım ilerliyor ve Tora’yı alacağımız güne hazırlanıyoruz. Babaannem Estreya’nın dediği gibi: “Para kada anyo ayeğado” (Her sene yeniden görmek nasip olsun).

Aynı zamanda yeni bir yılın başlangıcı olan Pesah’ta verdiğimiz yeni yıl kararlarına ne oldu? Hayata geçirebildik mi? “Peki sen hayata geçirdin mi?” diye soracak olursanız... Bünyem hâlâ ayak diretiyor. Baskıya öylesine alışmış ki, olması gereken haline bir türlü geri dönüp özgürlüğünü ilân edemiyor. Geçenlerde Sayın Nazlı Ilıcak ne güzel söylemiş, “Lisem Dame de Sion bana çok büyük bir ezilmişlik duygusu verdi. Kendime çok uzun yıllar güvenemedim. Zamanla kendimi buldum.” diye. Belki bir gün size NDS anılarımı anlatırım. 

Neyse. Neden matsa yedik? Pesah Agadası’nın ‘öykü’ kısmı uyarınca, Bene Yisrael, hazırladıkları ekmekler daha kabaramaya fırsat bulamadan Mısır’dan alelacele çıktı da ondan. Ve Tanrı şöyle emretti: Yedi gün boyunca matsa ye. Yedinci gün Tanrı için bir bayramdır. Bu yedi gün boyunca matsa yenecektir. Sınırlarında hamets görülmemelidir (Şemot 13:6-7). (Buradaki sınırlar sözcüğü çeşitli şekillerde yorumlanabilir ancak bunun tartışmasına girersek, içinden zor çıkarız.)

Aklıma gelmişken, Pesah Agada’sında, Mısır’dan bizi fiziksel olarakçıkaran Moşe Rabenu’nun adının bir kez bile geçmediğinin farkında mısınız?

Öğretmenimiz Moşe’den tam altı nesil önce yaşamış olan Atamız Avraam ile yeğeni Lot, değil Mısır’dan Çıkış, daha Mısır’a Gidiş’in lâfı bile yokken, Pesah’a denk gelen günlerde matsa yermiş. Bunu biliyor muydunuz? Demek ki matsa, yani mayasız olan kabarmamış yiyecekler yeme emri hakkında çıkartacağımız başka dersler olmalı.

Tanrı’nın bizi Mısır’dan, esaret evinden güçlü bir El ile çıkarttığını her Pesah hatırlayacağız ancak ayrıca matsa yerken, şunların da hep bilincinde olacağız: Rabilerimize göre maya içeren hamets yiyecekler, kabarmış doğaları yüzünden kibir ve gururu simgeler. Buna karşı yassı olan matsa, tevazuu temsil eder. Tevazu gerçek özgürlüğün başlangıcıdır; kişinin kendini manevi yönden geliştirmesinin temelidir. İnsan, ancak her türlü sınırlamadan kurtulup eksikliklerini kabul ettikten sonra gerçek özgürlüğe kavuşabilir. İşte o zaman ne kasılma kalır ortada, ne bencillik, ne böbürlenme, ne şişinme, ne hava atma, ne de kendini ‘bi şiy’ sanma... Matsa yemek, tevazuu içimize almak ve onu özümsemek demektir; ya da en azından öyle olmalıdır. 

Yine de Pesah’ta ne yaparız? Matsa yassı, pırasalı, ıspanaklı, kabaklı börekler yassı, tezpişti yassı... Hatta kabarıyor diye, içinde maya olmadığı halde pirinci bile cezalandırır bazılarımız. Ama ille de kabaran bir şey olmalı ya, bari pastalarımız şişkin olsun diye dayarız sekiz on yumurtayı! Diyorum size, elimizde değil.

Aynı ruh hali ile ‘arkadaş biriktirdim’ diye övünür bazıları. Ne yaptın peki ‘biriktirdiğin’ arkadaşları? Tanıştıklarını üst üste dizdin, kapısı camdan bir dolaba yerleştirdin, acil durumlarda camı kırıp bir iki tanesini çıkarıp kullanıyor musun? İnsan saksıdaki çiçeğine bile birikim gözüyle bakabilir mi? Güneşi ve suyu dayasanız dahi, ayrıca ilgi ve şefkat ister her canlı.

Büyük lokma ye, büyük lâf söyleme demiş büyüklerimiz. Bunu yapabiliyor muyuz peki? Yaşımız kaç olursa olsun, “bir daha asla” ve “ben artık” diye başlayan sözlerimizi çok değil, çoğunlukla birkaç gün sonra yutmak zorunda kalmıyor muyuz? En basit bir örnekle “bir daha asla yatmadan hemen önce ağır yemeyeceğim, kâbuslar görüyorum.” İki gece sonra kâbuslara aynen devam!

Ee, pes mi edelim yani? Yok, duygu ve isteklerimizin neden olduğu esaretten kurtulma mücadelemizden vazgeçmeyelim ama yaratılışımızın amacını hiç değilse zaman zaman hatırlamak için azıcık çaba sarf edelim.

Kutsal Olan izin verirse, Pesah’ı, bu sene elde etmeye çalıştığımız manevi özgürlükle, gelecek pek çok sene pujados i non aminguados (artarak, azalarak değil -aile fertleri bağlamında-) görme umuduyla...