İçimdeki zenci kadın

Köşe Yazısı
1 Haziran 2011 Çarşamba

David Ojalvo

Serin mayıs günlerinin nispeten ılık bir akşamında, yakın bir dostumla tiyatro çıkışındayız. Oyunu beğendiğimiz üzere, paylaşımlarda bulunuyoruz. Tiyatro oyuncularının, her sahneye çıkışlarında, aynı oyun performansını nasıl ortaya koyabildiklerini tartışıyoruz. En azından izleyici tatmin edecek asgari çabanın ne düzeyde olabileceğini. Tiyatroyu düşündükçe, kendi yaşamlarımıza yöneliyoruz. Şehrin, hayatın koca bir sahne ve bizlerin de bir çeşit oyuncu olduğuna yönelik bilindik cümleleri yeniden kuruyoruz. Zaman içinde tiyatro, oyun, sahne kavramları karşısında, kendimize yönelik bakış açımız da değişiyor.

***

Taksim Meydanı’na karşı oturup, gece yarısına doğru çaylarımız içerken sohbet de derinleşiyor. Taksim de bir sahne gibi… Yüzlerce, binlerce insan geçiyor meydandan. Kalabalığı, trafiği izlemeyi sevebildiğim anlardan birindeyim. Ben de kendi çizgim ve duruşumla, bu sahnenin bir parçasıyım.

Konu bir ara reenkarnasyondan açılıyor. Önceki hayat var mıdır, yok mudur bilmiyorum; ama hayal kurmak serbest. Dileyenler kendilerini prens veya prenses olarak düşlemiştir tarihin bir yerinde. Dostum İpek’se beni şaşırtan ve bu yazıyı kaleme almama sevk eden, kendi rolünden söz etti. “Önceki hayatımda Mississippi’de, pamuk tarlasında çalışan, köle ticaretiyle getirilmiş zenci bir kadınım” dedi. Çok etkilendim ve dostuma bu kahramanın peşinden gitmesi gerektiğini söyledim. Neden böyle bir kadını geçmişte canlandırdığını sormadım; ama içindeki zenci kadınla konuşmasını istedim. Onun hikâyesi neydi? Neler hissediyordu? İpek’e neler söylerdi ve İpek ona neler anlatmak isterdi? Bu doğrultuda düşüncelerinin, onun hayatına açabileceği bir pencere mutlaka vardı. O pencerede hatırı sayılır bir derinlik görüyorum.

***

Gece yarısı gibi Boğaziçi Köprüsü’nü geçerken, kendi evrimim üzerine düşündüm. Yanıtlarımı bulmak kolaydı. İçimdeki kahramanı tüm netliğiyle görebiliyordum. O kişi olmama imkân yoktu; ama kahramanımın hayat felsefesi, benim felsefemdi. Bu ortaklıkla yaşam üzerine odaklanmak, zarafetle dolu yürüyüşümüzdü. Günışığından izler her yerdeydi; zifir karanlık gecelerin olasılığını dahi en aza indirgiyordu.

***

Sahnede izlediklerimiz, yaşadığımız hayatlar ve içimizdeki kahramanlar… Tek bir beden ve ruhta iç içe geçiyor hepsi… Başarabildiklerimizin huzuru ve özlemlerimizin, beklentilerimizin gelecek yolculuğunda bazen sarsıyor bazen de yüreklendiriyor bizi bu deneyimler.

Okurlarımız da sorsunlar isterim kendilerine… Eğer bir reenkarnasyon varsa, geçmiş yaşamınızda kimdiniz? Medeniyet ilerlerken, nasıl bir rol değişimi oldu?

Cevaplar incitmesin. Hayal kurmak masumdur ve bir yanıyla, çocukluğun engin dünyasından beslenir. Biliyorum; çocukluk çağı gerilerde kalsa da, kimileri için çok gerilerde, bazı değerleri alıp saklamanın ve en masum olana sığınmanın hiçbir zararı yok… Kendinle baş başa kaldığında insan, yargılar anlayışın karşısında boyun eğmeli.

***

Sadece müzik değil, her yönüyle sanat ruhun gıdasıdır. İyi bir oyunda, aktör ve aktrisler sahnede benim için kahramanlaşır. Tiyatroda yaşanmışlıkların güzelliğini hayatımda saklayabildiğim kadar saklarım. Bilinçaltım, iç dünyam harmanlanır. Bu süreçte eminim ki İpek’in içindeki zencin kadın da olgunlaşır, ihtiyaç duyduğunda dönüp alabileceği bilgeliği büyütür. Hayat devam ediyor derken de, bu anlattıklarım gökkuşağı gibi, renk katar, renk yaratır…