Her seçim bir vazgeçiştir

19 yaşındayken benim, 1947’de ise Filistinlilerin yaptığı seçim ve 1941’de yüzyılın en büyük düşünürün kararı, hayatlarımızın ne denli seçimlerimize bağlı olduğunu gösteriyor. Zira, “insanın durumundan ne Tanrılar sorumludur, ne kalıtım ne çevre, ne soy!”... Sadece kendisi!

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
29 Haziran 2011 Çarşamba

Ağustos 1979. On dokuz yaşındayım. İsyankârlığımla idealizmime yenik düştüğüm dönemdeydim. Liseyi henüz bitirmişim ve hayallerimin peşinden gitmek istiyorum. Politikacı olmak istiyorum. Siyasete girip yaşamın adaletsizliğine karşı, ruhunu şeytana satanlara karşı sesimi yükseltecek ve mücadele edecek bir platform arıyorum, sessiz isyan duygularımla. Ülkenin hali o yıllarda malum. Her gün 20-30 kişi terörizme kurban gitmekte, bırakın olayların içinde olmayı, sokaktan geçerken kim vurduya gitmemek için çabalamaktasınız.

Kurtuluşu, yurt dışında okumakta ve orada ideallerimi gerçekleştirmeyi ummakta buluyorum.

Yurtdışındaki prestijli bir üniversiteye aileme yük olmadan gitmeye hak kazanıyorum. Bir kaç benzer arkadaşla gideceğimiz okulda neler yapabileceğimizi, insanlığı nasıl kurtaracağımızı saf saf planlıyoruz. Hepimiz büyük heyecan içindeyiz. Zira ilk defa yapacağımız seçimle özgür hissediyoruz kendimizi. Ama, heyhat! Postacı kapıyı çalıp, “tebrik ederiz Boğaziçi’ni kazandınız” dediğinde yüreğim büyük gelgitlerle sarsılmış, ilk tepkim, “n’apacam şimdi?” olmuştu.

Ve arkadaşlarımı ‘satarak’, kaotik Türkiye döneminin en iyi üniversitesinde karar kılmıştım. İdeallerime karşı konformizm büyük zafer kazanmıştı.

Yapılan seçim, işte bir mühendis çıkarmış, bir de tweeter hesabımda yazdığı gibi, “Faustlaşan insanlığa karşı bir Don Kişot yazar”...

19 yaşımda memleketi bırakıp yabancı diyarlara gitseydim hayallerimin neresinde olurdum, bilinemez...

Her seçim bir vazgeçiştirzira.

***

Ekim 1947. Birleşmiş Milletler Filistin sorununun çözümü için tarihi kararı kabul eder. Filistin topraklarında, biri Yahudi diğeri Arap olmak üzere iki ayrı bağımsız devlet kurulmasına izin verir. Bölge nüfusunun üçte birini oluşturan Yahudiler binlerce yıl sonra ilk kez devletlerine sahip oluyordu böylelikle. Kudüs ise uluslararası bir idarenin altına veriliyordu. Bir gecede değil, onlarca yıldır göçlerle, binlerce yıl önce kovuldukları anavatanlarına gelen Yahudiler, posta idaresini bile hazır ettikleri, altyapısı hazır topraklarda hemen ülkelerini kurmaya karar verirken, Araplar ise reddediyorlardı devletlerini oluşturmayı, zira Yahudi Devleti’ne karşı çıkıyorlardı. Ve sonrası malum... Bugünkü durum da malum. O gün BM kararını kabul etselerdi, belki ne tek bir savaş olacak ne de kanlı hüzün iklimi. Bugün İsrail, neredeyse sıfıra yakın işsizliğiyle, Avrupa düzeyindeki kişi başı milli geliriyle, içinde de bir buçuk milyon Arap Müslümanı eşit vatandaşlık haklarıyla barındırıp başarılı bir ülke konumundayken onun yanıbaşında zamanında kurulmuş olan bir ‘Filistin Devleti’nin de bugün ondan aşağıya kalmayacağı iddia edilemez mi?

Ama olmadı. Demiştik. Her seçim bir vazgeçiştir...

***

Mart 1941. Fransa, Nazi işgali altında inim inim inlerken; düşünen her dünya insanını derinden etkileyen Jean Paul Sartre, geçimini öğretmenlik yaparak sağlamaktaydı. İşbirlikçi Vichy hükümeti, önüne imzalaması için bir evrak koyar. Mesleğine devam etmesi için Yahudi olmadığını beyan etmesi gerekir. Hiç bir Yahudi köküne sahip olmamasına rağmen imzalamayı reddeder ırkçılığa karşı dimdik durarak. Lakin bir yolunu bulup hem öğretmenliğe devam eder, hem de Vichy hükümetine karşı, arkadaşlarıyla bir direniş hareketine katılır. Hiç bir zaman örgütün liderlerinden olmaz, herhangi bir eyleme de katılmaz. Sadece entelektüel birikimiyle hareketin, en doğru ve akıllı bir yöne gitmesi için ‘hocalık’ yapar, yazılar yazar, sürekli gizli görüşmelerde bulunur. Yazdığı ve icra edilen tiyatro eserleriyle de Nazileri bile uyutarak derin bir faşizm eleştirisi de yapar, metaforlarıyla. 1943’te Paris’te sahneye koyduğu ‘Sinekler’ oyununda gaspçılara karşı şiddetli bir mücadele önerip, katilleri yok etmeye çağırdığında bile gizli direnişini başarıyla sürdürmüş oluyordu.

Her ne kadar direnişçi arkadaşlarının çoğu savaş esnasında yaşamlarını yitirmişse de savaş sonrasında onu kimse kendisi de ölmediği için eleştirmedi; aksine zamanla da yüzyılın en büyük düşünürü seçti. Zira, Sartre felsefesine uygun olarak seçimini yapmış, ‘özgürlüğüne mahkum’ olmuştu. Ona göre, özgür insan hayata, ancak kendi sorumluluğunu üstlenerek bir anlam katabilirdi. Bu da, hayatı boyunca yaptığı veya yapacağı seçimlerle gerçekleşecekti.

Ona kulak verelim: “Her seçim bir kaybediştir. İnsanın durumundan ne Tanrılar sorumludur, ne ilk günah, ne kalıtım, ne çevre, ne soy, ne sınıf, ne anne baba, ne yanlış ve doğru eğitim, ne de çocukluk veya gençlik yarası. İnsan özgür yaratılmıştır. Durumundan sadece kendisi ve özgürlüğü kullanım alanı sorumludur.”

Seçimini yapmış özgür insan, ondan sonra da Nietzsche’ye kulak vermeli, belki de:

‘Amor Fati’ - ‘Kaderini Sev’...